• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/groups/2433443823537106/?multi_permalinks=2451325328415622&notif_id=1574335095257990&notif_t=feedback_reaction_generic
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi30
Bugün Toplam53
Toplam Ziyaret100095
Takvim

 

                            

    • EKİN ZAMANI OKUL MÜZELERİ
    • Mimar Sinan İlkokulu

Ankara

 

Kaynak : Ankara Rehberi - Gelenekler

Seğmenlik Geleneği

Seğmenlik/seymenlik, aralarında yaşa bağlı bir hiyerarşi bulunan ve bununla sosyal ilişkilerini düzenleyen Ankara'ya özgü bir tür sosyal organizasyon geleneğidir. Bu organizasyona dahil olan kişilere seğmen denir.

Tarihsel kökenine ilişkin kesin bilgiler bulunmayan seğmenlik geleneğinin şekillenişinde; Ahilik geleneğinin, kent, kasaba ve köylerin olası saldırılardan korunması isteğinin ve yerleşim birimlerinde bir iç düzen sağlama amacının etkisi büyüktür.

Seğmenler arasından sevilen ve sayılan bir kişi "seğmen başı” seçilir. 15-16 yaşlarındaki seğmenlere “yeni yetme”, 35 yaşına kadar olanlara “delikanlı”, yaşlı seğmenlere “kart traş efe” denir. Seğmenler kendi aralarında ferfene toplantıları düzenlerler ve burada; topluluk üyeleri arası ilişkiler düzene oturtulur, üyelere seğmenliğin iyilik, dürüstlük gibi nitelikleri ile sosyal hayata dair bilgiler aktarılır. “Seğmenbaşı” tarafından yönlendirilen bu toplantılarda yemek yenilir, sohbet edilir. Müziğin başlamasıyla sohbet sona erer, önce ağır “divan” havaları çalınır, bir süre sonra da oyun bölümüne geçilir. Cezayir havasının çalınması, toplantının bittiğini haber verir.

Kıyafet, takı ve silah, seğmenin görsel özellikleridir. Özel günlerde giyilen bu seğmen kıyafetleri; Osmaniye işliği, camadanlar, altın veya gümüş sim işlemeli kanatlı cepkenler, sırmalı yelekler, diz bağları, tiftik çoraplar, yarım dizlikler, zıvgalar, önü harçlı, kadife veya çuha yelekler, İzmir yelekleri, sekiz gözlü hasır örgülü silahlıklar ve efe kuşaklarından oluşmaktadır. Yemeni adı verilen ayakkabılar, kep denilen başlıklar ve kefiye adı verilen ipek poşular, kıyafeti tamamlayan diğer unsurlardır. Bu kıyafetler seğmenliğin Ankara bölgesiyle özdeşliğinin de göstergelerindendir.

Seğmenlik geleneği, kendi çerçevesindeki sosyal ilişkileri düzenlediği, bölgesindeki oyun ve müzik sanatını sürdürdüğü gibi bu gelenekle bağlantılı el sanatlarını da destekler.

Günümüzde Ankaralı sivil toplum kuruluşlarının çabalarıyla yaşatılmaya çalışılan seğmenlik geleneği, sağlıklı bir toplum olabilme yolunda iyilik, doğruluk, dürüstlük gibi öğretileri ile kendi katkısını yapmakta, ferfene toplantıları ile toplumun şehir hayatının yalnızlığından kurtularak birlikteliğin önemini kavramasına yardımcı olmaktadır.

BAĞA GÖÇME

Bugün Ankara'nın nüfus yoğunluğunun yerleştiği Keçiören, Dikmen, Abidinpaşa, Mamak, Kayaş gibi semtleri, yakın zamanlara kadar Ankara'nın bağ ve bostanlarıydı. Şehrin meyve ve sebze ihtiyacını karşılayan bu bağlar ve bostanlar aynı zamanda  halkın sıcak geçen yaz aylarında göçtüğü ve dinlendiği mekanlardı.
Bağa göçme, bir dizi şenliği, ritüeli ve coşkusu olan bir şölen şeklini alırdı. Bağ âlemleri, bağ bozumu zamanın Ankaralı'sı için aynı zamanda bir de şenlikti.
Yaz aylarında her aile mutlaka ya bağa, ya da bahçeye göçerlerdi. Kışında tekrar şehre dönülürdü. Bahar yeli eser esmez yani Nisan ayı, en geç Mayıs ayında bağa göçmeden evvel bağlar kazılır, omcalar budanır, budanan çubuklar bağlanarak bir kenara yığılır, daha sonra bellenir, bu işlem “isbatıtımar” olarak isimlendirilirdi.
Bağlara gidiş dönüş eşeklerle, hali vakti yerinde olanlar için üzeri tenteli tek atlı arabalarla veya atlarla olurdu. Sabah çok erken saatlerde kalkılır, kurumuş çubuklardan yakılan alevlerle kahveler içilir, eşeğin tımarı yapılır, palanı vurulur, üzerine heybesi konur; keza akşam dönüşünde bağcılar ekseriya bir araya gelerek eşekler üzerinde konuşarak, muhabbet ederek, arkalarında bir toz bulutu bırakarak evlerine dönerlerdi...
Akşam yemeğinden sonra alevler yakılır, kahveler içilir,  bu sessiz gecede pırıl pırıl yanan gökyüzü, tertemiz bir hava, dalların yapraklarını hafifi hafif sallayan serin ve tatlı bir rüzgâr; gecenin sessizliğini delen bekçinin acı düdüğü; köğek havlamaları ve nihayet sessizliğe dalga dalga yayılan cırcır ve zerdali böceklerinin ahenkli musikisine dalarak erkenden uykuya varılırdı.
Cuma günleri sıra gezilir, bir komşuda toplanılır, sabah çayı ya da sütlü kahveler içilir, günün mevzuları konuşulur, dertlere deva aranırdı...
Ankara'nın ilk yaz meyveleri dut, vişne ve zerdalidir. Bunlar yaş olarak yendiği gibi, kurutulurdu. Daha sonra yaz armutları, elma, erik ve nihayet üzümler olurdu.
Ankara bağlarının üzümleri ekserisi siyah pekmezlik cinsindendir. Bununla beraber hevenklik beyaz üzüm, bulut üzümü, gül üzümü, eroğan, karagevrek, cırt üzüm gibi çeşitleri vardı.
Ağustos ayı sonları Eylül başlarında bağlar bozulur, heveklik üzümler iplere dizilirdi. Siyah pekmezlik üzüm ya şırahane ya da büyük pekmez oluklarında ezilir, şırası pekmez tavalarında kaynatılır. Sırlı pekmez küplerine konur. Pekmez kaynatma işi her evde en az bir hafta süren hayli yorucu bir işti.
Bahçede göçülüler kış armudunu, elmasını, üvezini ve ayvasını bozar, havalar da soğumaya başlamıştır. Yavaş yavaş şehire inme hazırlıkları başlar ve en geç Ekim sonunda şehre taşınılmış olunurdu

ANKARA GELENEKLERİNDE GELİN GETİRME VE DÜĞÜN SONRASI

Eski Ankara'da (1850 yıllarında) bir gelin getirme olayını paylaşalım;
"Bir yıldan beri sürüp gelen düğün hazırlıkları bitmiş, günlerdir, dedikodusu yapılan gün gelip çatmıştı.

Aşağı Yüzden kalkan muazzam seymen alayının başında, çifte davul, zurna, arkasında, heyecan ve neşe dolu naralarını atan seymen zeybekleri, onların arkasında yeleleri ve kuyrukları süslenmiş, Osmanlı eğerlerinin terkisine sokulmuş, cirit deynekleri ve ellerinde maşallama (Meşale)lar olduğu halde doru, kır, ağız atlar üzerine kasılmış efeler, gelin almak için Karaoğlan'dan Koyunpazarına çıkan, dar kaldırımlı yoldan, yokuşa doğru, ağır, ağır ihtişamla ilerliyor..

Koyunpazarı'nın en hakim yerine kurulmuş koca konağın, büyük iki kapısını kariatları ardına kadar açılmış, geniş ve büyük hayatta, yer yer kurulmuş ocakların üzerinde büyük kazanlarda çorba, geniş tavalarda, zerde, pilav, kollarını sıvamış iki ahçı geniş bir sini içinde, baklava hamuru açıyor. Yedi mahallenin fakirinden zengine kadar, kurulan meydan sinilerinin etrafında, oğlan evinin bütün hakçısı (gelen alay) olduğu hâlde dizilmişler, güle oynaya şakalaşarak, yemeklerini yerken, dört davul, dört zurna alabildiğine coşmuştur. Bu hal insanın içine ılık, ılık akan tatlı bir heyecan, verirdi.

Yemekler yenmiş, herkes düğün alayındaki yerini almak üzere dağılmıştır. Kız evinde yalnız küçük çocuklar ve kadınlar kalmıştır. Konakta odalara telaş ve heyecanla girip çıkan kadınlar, acele, acele sağa sola koşuşan genç kızların, bu hâlinden artık gelinin hazırlandığı ve yola çıkacağı anlaşılıyordu.

O zamanın Ankara'sında gelin, faytonlarla değil, Tahtırevan denilen bir taht misali sallarla götürülürdü.

Tahtırevan, işlenmiş oyalı ağaçlardan yapılmıştır. Üzerinde, kalın ve büyükçe dört kulbunda dört halkası bulunurdu. Bu halkalardan koşulan iki atın eğerlerine bağlanır, üstü ve yanları Halep topu kumaştan süslenir, koşulan atların boyunlarına çan ve ziller, ayrıca çevreler (Sim ve pullarla işlenmiş ipek ve yün karışımı kumaş) asılırdı. Böylelikle Tahtırevan kapıya yanaştırılır ve iki üç ayaklı merdiven kurularak gelinin bilinmesi sağlanırdı.

Gelin, işli harbalı entarisini giymiş beline hasır örgülü altın suyuna batmış gümüş kemerini takmış, yüzü varaklanmış, kahkülleri kulak hizasına kadar kesilmiş, saçları kılavan telleriyle kamçı örülmüş, başı taç yapılmış, taçın üzeri elmas çiçekler ve elmas gerdanlıkla çevrilmiş, akar su bilezikle donatılmış ve taçın üzerine gelin duvağı örtülmüş kümçı tel kılavanların çıkardığı ahenkli hışırtı ile ağır, ağır tahtırevana yaklaşır ve iki kız arkadaşının yardımı ile tahtırevandaki koltuğuna oturur; Ayrıca gelinin başına bu güzel giyinişini ve görünüşünü kapatan büyükçe işlenmiş ipekli bir örtü örtülürdü.

Gelin tahtırevana çıkarken başına serpilen paraları, küçük çocukların birbirini ite kalka kapışmaları, atılan bir avuç yeme üşüşen kuşlar gibidir.

Annenin, kızının geçmişinin iyi, ömrü boyunca mesut olması için aynaya su dökmesi adeti bu gün bile yaşamaktadır.

Gelin alayı artık harekete hazırdır. Düğün seymen alayının sıralanışı şöyledir:

Tahtırevan önünde gelinin yükünü taşıyan, (Yatak, yorgan, çeyiz sandığı) boyunlarında zil ve çanlar asılmış, eğer kaşlarına bayrak sokulmuş süslenmiş iki üç at, bunların arkasında yaya olan ellerinde kırılacak eşyalar, bürüncekler içinde sarılı olduğu hâlde çocukların sıraya girdiği görülür. Eğer kız okumuş ve kültürlü ise bir rahle üzerine Kur'an-ı Kerim konur ve üzeri bürüncekle örtülür.

Tahtırevanın arkasında iki etek üç etek kadife ve atlastan yapılmış, canfes, üzerleri sim, gümüş, geverse ve gümüş pullu ve sırma işlemeli Bindal entarileri giymiş ve bunların üzerine de renk, renk yollu ipek Bağdat çarlarını çarlanmış kadınlar, atlara binmişlerdir. Buna (Koşu) denilirdi. Daha sonra bu koşular Faytonlarla yapılırdı.

Bunların arkasında davul zurna ve oğlan evinin zeybekleri bulunur. Zeybekler, davul zurnanın, coşturucu nağmelerine ayak uydurarak bıçaları ise seymen zeybeği oynayarak, pala ve kılıç şakırtıları, doh, doh naraları ve arasıra atılan silah sesleri, birbirine karışarak, yollara dizilmiş seyircileri bir heyecan kasırgası içinde bırakırdı. (Bu dizilişe, hak, alaya katılana da hakçı denilirdi).

Daha arkada atlı seymenler yer alırdı. Düğün seymen alayının önüne her mahallede ya kalın ip çekilir, ya da taşlarla yol kesilir ve bahşiş almadan yol açılmazdı. Bu arada açıkgöz bir çocuk gelinin yükü arasından kaptığı bir baş yastığını, doğruca güveye götürür ve gelinin yola çıktığını müjdeler, bahşişini alırdı.

Yapılan bu büyük zengin düğünlerine kasaba düğünü denirdi. Düğün, en az bir hafta devam eder, müddet içinde pehlivan güreşleri tertip edilir, cirit oynanır ve geceleri de sinsin alayı tertip edilerek, öylece bir hafta davul zurna durmadan çalardı."

DÜĞÜN SONRASI
Ertesi gün damat akrabaları gelin evinde toplanır. Gelin, sabah, yatağını toplamaz. Yatağın altına damat belli bir miktar para bırakır. Güvenilir bir kadın yatağı toplar ve parayı alır.

Duvak Günü: Geline düğünden sonra duvak yeniden giydirilir. Gelin dış kapının önünde ayakta bekletilir ve köydeki genç kızlar geline bakarlar. Bu olay 2-3 saat kadar sürer. Daha sonra gelin içeri girer. Düğün evi tarafından konuklara yemek verilir, yemekten sonra kadınlar tarafından oyunlar oynanır. Gelin tarafından "bereketi" simgelediği inancıyla evin içine buğday saçılır.

Elmadağ köylerinde düğünden sonra yeni gelme kasnak çer (bir çeşit baş örtüsü) yapılır, yeni gelin 2-3 gün evden çıkartılmaz.

Ankara merkeze yakın Kayaş gibi köylerde ise damat ve gelin gerdek gecesi sabahı gelin tarafından önceden hazırlanan "dürü" adı verilen hediyeyi yakın akrabalara dağıtırlar ve ellerini öperler. Bu dürüde erkekler için gömlek, çorap, mendil, kadınlar için de başörtüsü, çorap, elbiselik kumaş bulur.......

Bu eski Ankara geleneği şimdilerde ancak hoş bir öykü gibi anılarda canlanabilir...Kökleşmiş bir gelenek olmasa da, günümüzde yaşanan bir çok düğünün boyutlarını düşündükçe, böylesi geleneklerin kaybolmasına üzülmemek elde değil...

Ankara gelenek ve göreneklerinde doğum sonrasında bebekler için yapılan daha bir çok gelenek bulunmaktadır. İşte bunlardan bir kaçı;

Beşik Düğünü:
Bebek doğumunun altıncı günü bebek için gerekli olan beşik, bardak, yorgan, etek bezi ile yastık lohusanın babası ya da dayısı tarafından alınır. Beşik takımının gideceği söylenerek, akraba ve konu komşu eve davet edilir, bebeğin babası, apçası (amcası), anası, dayısı, ebesi (büyükanne), takkasına (şapka) altın takarlar ve takkayı da beşiğin içine koyarlar. Akrabaları da hediyelerini beşiğin üstüne koyarlar. Beşiğin üzerine al bürümcük örtülür. Beşiği taşıyacak hamala börek yapılır ve lohusanın evine doğru sokakları dolanarak beşik götürülür. Orada bulunanlar kapıya çıkıp bakarlar “amanın beşik gidiyor kime ki?” derler. Loğusa evi hazırlanır, konu komşular dua okurlar, birkaç sofra yemek hazırlanır. Beşik gelince ortaya konur, çocuğu çok olan bir kadın bebeği alır, beşik etrafını üç kere dolandırır, “amanın uğurlu, kıdemli olsun, kısmeti gür, nasibi çok olsun, dört gözle büyüsün” sözleriyle bebeği yatırır. Daha sonra misafirler gittiğinde kızın kaynanası bebeği, nazar olmaması için kalkar okuyarak eline mavi kâğıt alır, bebeğin üzerine gelir kağıdı iğneler “Ayşe’nin gözü, Zehra’nın gözü” diye bebeği görmeye gelenlerin hepsinin adını söyleyerek kâğıdı iğneler, sonra ucuna bir kibrit yakar ve beşiğin altına atar.
Loğusa kadınların elma yemeleri halinde elmacık hastalığına yakalanacağı inancı yaygındır. Lohusanın korkudan dolayı dili tutulur veya rahatsızlanırsa (al basması) hocaya okutturulur, hoca dört tane muska yazar. Yazılan muskalardan biri yakılır, birinin suyu kadına üç gün içirilir, biri eşiğe gömülür, diğeri ise kadının boynuna katılır. Bu dönemde loğusa yalnız bırakılmaz, hoş tutulur. Maviye nazar değmez inancıyla, lohusanın yemenisinin ve yorganının mavi olmasına dikkat edilir. Lohusanın yatağının altına sarımsak ve çörek otu, çocuğun burnu tutulmasın diye de yastığının altına kalbur gözü konulur. Cinler ve periler lohusaya tebelleş (bulaşmak, korkutmak) olmasın diye yatağının altına demir bıçak da konur. Loğusa kadın bir haftaya kadar aynaya bakmaz. Lohusalık zamanında düğünü yapılan genç bir kız lohusanın yanına girerse, hem çocuğa hem anasına albasıp çocuğun uşaklık (havale) olacağına inanılır. Çocuğun kurtulması için hocaya götürülüp yedi kere sırtı sıvazlattırılır.
Kara basmasında ise sıcak ekmeğin lohusaya getirilmesi uğursuzluk sayılır. Loğusa evinden dışarı kömür, sirke, sarımsak, soğan, kül, ateş çıkarılmaz. Çıkarılırsa kırık basacağına ve çocuğun büyümeyeceğine inanılır. Eve ekşi, acı, çiğ bir şey çarşıdan gelirse evin dışına bırakılır.

Un Sürme:
Yeni doğmuş bir çocuğu bir yere ilk defa götürünce çocuğun yüzüne bolluk olsun diye un çalınır. Bunun anlamı, kız ise saçı un gibi ak, erkek ise sakalın un gibi ak olana dek yaşasın inancıdır.

Uğur Sınama:
Çocuk doğunca, çocuğa bir kuzunun kulağı ısırtılır. Sonra kuzunun kulağının ucu kesilip eneme yapılır. Eğer kuzu yaşarsa çocuğun uğurlu olacağına inanılır.
Bebek yalnız bırakılmaz, yalnız bırakılırsa bebeği cinin çalacağına inanılır. Eğer bebeği yalnız bırakma zorunluluğu varsa beşiğinin altına bir tasta su konur. Sonra bu su ayak değmeyecek bir yere dökülür. Beşiğin altına bıçak, yastığın altına da ekmek konulur.
Bebeği cin değiştirdiğine inanılırsa, bebeğin hiç büyümeyip, deynek gibi kalacağına inanılır. Böyle zamanlarda, sabah erkenden üç yolun ortasına ocak yapılır,üzerine tencere konulup içine bebek oturtulur. Altına süpürge çöplerinden hafif bir ateş yakılır. Görenler “Ne yapıyon oğul?” dediklerinde “aydaş pişiriyom” denir. Aynı işlem üç kişi sorana dek tekrarlanır. “Aydaş” inanışa göre cinin çocuğudur. Bu inanışa göre cin, aydaşım yanıyor diye hemen çocuğunu alır yerine kadının çocuğunu koyar.
Buna benzer diğer bir inanış da şöyledir: Akşam ezanından sonra bebek musalla taşının altından geçirilir, sonra taşın üzerine konularak yedi adım geriden: “Alın bebenizi, virin bizim bebemizi” diyerek seslenilir.

Diş Bulguru:
Bir gün öncesinden komşular çağırılır, bebek süslenir. Ailenin ekonomik gücü yeterli ise eğlence için çalgı da tutulur. Simitçiye haber verilip susamlı simit yaptırılır. Siyah üzüm, fındık, fıstık alınır, bir siniye dizilir. Tabaklara sıcak bulgur konur, sininin kenarına da simit dizilir. Bulgur yemeden önce bebek giydirilir, bir iskemleye oturtturulur ve yüzü örtülür. Çocuğu çok olan bir kadın ayağa kalkar: “Bismillahirrahmanirrahim dişin başın pek olsun, Allah güveyliğini gelinliğini de göstersin” der. Başından aşağı bir avuç bulguru döker. Bebeğin başında kalan bulgur ipe dizilir ve bebeğin başına takılır. Bu kuruyup dökülene kadar bebeğin başında kalır. Daha sonra gelen hediyeler bebeğin başına etrafına konulur. Akrabaları da, bakır getirirler “bebeğin dişi bakır gibi sağlam olsun” derler. Bebek büyüyünce getirilen hediyeler kendisinin olur.

Çocuğa Nazar Değmesi:
Nazarın genelde mavi gözlülerden geldiğine ve mümkün olduğu kadar mavi gözlülerden sakınılması gerektiğine inanılır. Diğer bir inanışa göre, nazarın gözden değil de dilden geldiğine inanılır. Dilinin altında incecik bir gök olduğuna inanılan kişilerden de nazar değdiği inanışı vardır. bir terslik olduğu zaman “amanın gök damaklı geldi de çocuğum hastalandı” denir. Nazar değmesini önlemek için bebeğe eski elbiseler giydirilip bebeğin dikkat çekmemesine çaba sarf edilir.
Nazar için kullanılan boncuklardan bazıları şunlardır:
- Böcekboynuzu
- Göz boncuğu
- Ikra boncuğu
- Kurt dişi
- Tosbağa küreği
- Yedi gözlü boncuk
- Tazı boncuğu
- Bülbül gözyaşı

Üç dört aylık bebeğin yüzü etlenince, derisi kabarır (kavlar) ve “kan etini döktü ve gayli ana etini düzüyor” denilir. Bu küçük kabarcıklara halk arasında “et ünü” denir.
Küçük çocuğun tırnağı altı aydan önce kesilmez, eğer kesilirse bebeğin huysuz olacağına inanılır. Yeni doğmuş bebeğin başındaki konakı (bir tür kepek) gidermek için yoğurt çalınır (sürülür).
Çok ağlayan bebeğe ısılık yakılır. Bebeğin karnının üzerine kırk iğneli mavi bir kâğıt konur. Sonra kâğıdın ucundan tutularak beşiğin başında dolandırılır ve beşiğin altına atılır. Bir de göz kurşunu dökülür.
Bebek küçükken altı aya kadar ağlarsa, büyüyünce okumuş biri olacağı söylenir.
Çok ağlayan huysuz bebek kümese konur, kümes kapatılır. Bebek orada ağlarsa “Ağıdın başını yesin” denilir ve çıkartılır. Eğer ağlamaz uslu durursa “Bebek devlete ağlamış” denir.
Sinirli çocukların başına ayın ilk Perşembe gününde sinik (Ekin ölçülen bir kap) giydirilir. Çocuğun başı, odada “Öfken başını yesin, öfken başını yesin” diyerek dört köşeye vurulur.
Çocuğun salyası akarsa, değirmenden pus (kepek) alınıp ağzı silinir.
Sohbetlerde bebek hastalıklarından söz edilirken, odada bebek varsa, çocuğun yakası ısırılır, burnu ve kulağı çekilir.
Bebeğin düştüğü yere “Şeytanın ipine dolaştı” diye şerbet yapılır, serpilir ve bebeğe bulamaç (un, su, tatlı) içilir. Ya da düşen bebeğe bal şerbeti veya şeker şerbeti yapılır. Sonra “Tükür de ineğiniz buzağılasın” denilip çocuğa tükürtülür. Böyle yapılmasının nedeni şeytanın bebeği kakışladığının (iteklediğinin) sanılmasıdır.
Dört yaşına kadar konuşmayan çocuğu anası, ayın ilk çarşambasında çuvala koyar, sırtına alır, yedi kapıyı gezdirir. Bir kapıdan içeri girince:
-Vıh o ne ki (kız) sırtındaki?
-Bir çuval söz
-Söz olsun, denir. Çocuğun yiyeceği şeylerden verir. Söz toplayan oradan çıkar diğer bir kapıya gider. Böylece yedi kapı gezer. Ondan sonra çocuğun dilinin açılıp konuşacağına inanılır.
Bebeği çüğe (tay tay) dururken bebek kızsa şöyle denir:
-Çüğ çüğ çüğ dur kızım.
-Çüğ dur kızım, eline börek viriyim.
-Çüğ çüğ çüğ çüğ kızım.
-Babandan mektup gelecek, çüğ dur kızım.
Ankara yöresinde bebek sevilirken söylenen deyimlerden bazıları şöyledir:
-Erenler önünde evin var yavrum.
-Türbeler önünde bağın var yavrum.
-Sekiz tenceren var, dokuz penceren var.
-Hennürün güzel, mennürün güzel.
İlimya kaymağı yürek bulandırmazmış.
-Nebet şekeri.
-Dam bülbülü.
-Zahir (şeker) kuşu.
-Kum arabı.
-Şam fellahı.
Çocuğu yürütmek için de, “gel ninna yapalım da yürü” denir. Çocuk artık ninna yapmaya alışır. Ninna yapılırken bir ayağını kaldırır, bir ayağını indirir. Bu şekilde çocuk yürümeye alışır.
Ninna ninna benim yavrum ninna,
Çoban gider oduna, Ali Ali derler adına,
Ben seni seveceğim komşunun inadına,
Kızım güzel gayetten, sıçrar çıkar hayattan,
Kızıma dünür geliyor Şıhli ile Bayattan (Şıhlı, Bayat: Köy isimleri)
Doğumdan bir hafta sonra, bebeğe kahve kaşığı ucu ile aside (Bir tatlı çeşidi) yalatılır, miyane çorbası içirilir. Kırkına kadar yemek yaratılmazsa çocuğun sonra yemek yemeyeceğine inanılır. Daha ilk günlerde helvadan, sumruk (toprak) yapılır, yemeni ile çıkılanıp çocuğun ağzına sokulur. Çocuk bunu emerek uyur. Kırkından sonra büyükler ne yerse çocuğu da yalatılır. Altı aydan sonra dişleri çabuk çıksın diye geviş verilir. Bir yaşından sonra da çocuk istediğini yiyebilir.

Ankara yöresinde bebeğin yürümesine ilişkin bir inanış şöyledir: “Havva anamız bebe doğurunca, bebesini yalamaya tiksinmiş, yalamamış; eğer yalasa imiş insan bebesi de yürüyecekmiş” Yeni yürümeye başlayan bebek adım atmaya korkar, tutunmadan yürümeye cesaret edemez. Önünde deniz var zannedermiş. Bu yüzden çocuğun ayakları birbirine al iple bağlanır, cami önüne gidilir, Cuma namazından ilk çıkan adama ip kestirilir. Eve gelince çocuğun korkmadan yürüyeceğine inanılır.

                                  El Sanatları

Yıllar boyu gümüşü, bakırı, demiri, deriyi, ipeği işleyen Beypazarı halkı bu sanatlardan geçimini sağlamaya devam ediyor. Günlük yaşamın bir parçası olarak karşımıza çıkan el emeği göz nuru ürünler yalnızca turistlere hitap etsinler diye işlenmemekte; aynı zamanda, yöre halkının ihtiyaçlarına cevap vererek bir gelir kaynağı teşkil etmekte. Beypazarı, kültürü ve geleneklerini yaşatan, kendini bu işe adamış el sanatı ustalarıyla el sanatları tezgâhları turistik ve yaşamsal anlamda büyük önem taşımaya devam ediyor.

Telkâri                

Ankarada  Ahilik yoluyla kazandırılmış bu sanat Beypazarılılar için oldukça eski bir uğraştır. Gümüş işlemeciliğinin en gözde sanat olduğu bu ilçede gümüş madeninin bulunduğu düşünülmesin. İlçeye gümüş başka illerden geliyor ve burada usta ellerle buluşup harika aksesuarlara dönüşüyor. Gümüşün işlenip ince tel haline getirilerek şekillendirildiği bu tekniğe telkâri denir. Telkâri işçiliğiyle kemer, kolye, bilezik, küpe, iğne, başlık gibi takı ve aksesuarlar yapılıyor. Bu özgün ürünler ilçeye gelen ziyaretçilerin ilgisini oldukça çekiyor. Mardin başta olmak üzere, Türkiye'nin ve yurt dışında birçok yerde alıcısını bularak ticârî pazarı hareketlendiriyor.

Dokumacılık

İlçede bu sanattan ortaya çıkan ürünler hala kullanılıyor. Suni ipek, pamuk ipliği ve yün ipliği kullanılarak icra edilen sanat, bir aile mesleği olarak devam ettiriliyor. Dokuma tezgahlarında kıldan kumaşlar dokunuyor ve kışın giyilecek şalvar, yelek gibi giysiler dikiliyor.

Ankarada  "ipekli bürgü" yöreye özgü dokuma olduğundan oldukça büyük önem taşıyor. Bürgü, kadınların örtünmek için kullandığı bir tür örtüdür ve çok eski dönemlerden beri dokumacılığın vazgeçilmez ürünlerindendir.

Yemenicilik

Türkiye'nin Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin, Kilis gibi şehirlerinde de devam ettirilen yemenicilik Beypazarı için oldukça önemli bir sanattır. Deriden yapılmış kısa konçlu ayakkabı olarak tarif edilebilecek yemeniler Ankarada oldukça ilgili görüyor. Renk renk boyanmış deriler, ustalarının ellerinde biçimlenip ayaklara yarıyor. Yemenilerin de telkari işi takılar gibi, hem yurt içinden hem yurt dışından alıcısı mevcut.

Bindallı - El İşlemeleri

Dokuma işi olan veya ince deriden yapılmış birtakım giysilere ya da eşyalara, iğne ile farklı renklerde, özelliklerde iplikler kullanılarak yapılan süslemeler işleme olarak adlandırılır. Ankarada  yöresinde en yaygın ve ön plandaki yöresel giysi türü olan sırma işlemeli "bindallı”lar çeşit çeşit desenle süslenir. Her genç kıza annesinden kalan bu değerli elbiseyi, "çevre" adı verilen minik örtülerin işlenmesiyle süslenmiş tülbentler tamamlar.

Dövme Bakırcılık

Ankarada yaygın olarak icra edilir. Bu sanat bakır madeninin dövülerek işlenip genellikle mutfakta kullanılan çeşitli eşyalara dönüştürülmesi işidir. İlçede en çok ilerlemiş sanat olarak görülür. Bakır ustalarının elinde çekiç ve örs ile dövülerek hayat bulan maden; tencere, tava, kazan, ibrik, güğüm ve sigaralık gibi eşyalarla halkın yaşantısındaki yerini hala korumakta.

Demircilik

Ateşin şekillendirdiği sanatla ortaya çıkan emek demircilik. Ateş ocaklarında yumuşayıp şekil alan demir; örs, çekiç, balyoz ve maşa kullanılarak çeşitli eşyalara, araçlara dönüştürülüyor.

70 yıldır uygulanan sanat, eskisi kadar olmasa da ilçede varlığını hala devam ettiriyor. Halkın günlük hayatında işlev sahibi olmayı sürdürürken, ustasına gelir kaynağı oluyor.

Semercilik

İçinde bulunduğumuz yüzyılda bu mesleğin sürdürüldüğü ender yerlerden olan Ankarada eskisi gibi yaygın olmasa da semercilik hala icra edilen bir sanat. Bir kervan yolu üzerinde bulunan Beypazarı’nda semerciliğin gelişmesi şaşırtıcı değil. Ancak zamanla ulaşım araçlarının değişmesiyle eskiye göre oldukça az ürün verilmekte. Yine de, yeni üretim ve onarım hizmeti hala halk içinden alıcısını buluyor ve ustalara gelir kaynağı oluyor.

ANKARA KEDİSİ

Ankara Kedisi dünyanın en sevilen safkan kedi ırkları arasında yer alır. Ankara Kedisi Türkiye’de üretilmiş doğal ve saf bir kedi ırkıdır. Ülkesinin ulusal hazinelerinden biri sayılan Ankara Kedisi, dünyanın dikkatini ilk kez Haçlı Savaşları sırasında çekti. 1620–25 yılları arasında Fabri de Peiresc adındaki bir Fransız bilim adamı ülkesine eski Ankara’dan birkaç saf beyaz kediyle dönmüştü. Bu kedilerden elde edilen yavrular Fransız soyluları arasında dikkatle dağıtıldı. İlk yavrulardan biri Fransız devlet adamı Cardiani de Richekieu’ya verildi.18. yüzyılda 15. Louis gibi 16. Louis ve Marie Antoinette de bu asil kedilerin hayranları arasına girdi. Bu dönemde yapılmış pek çok yağlı boya tablo Ankara Kedilerini resmetmiştir. 19. yüzyılda pek cok Ankara Kedisi Fransa’dan Amerika’ya ihraç edildi. 1962 yılında çok sayıda Amerikan askeri personeli Ankara Hayvanat Bahçesinde 45 yıllık bir üretim programının ürünü olan Ankara Kedilerini gördüler, birkaç çifti ülkesine götüren askeri personel bu ırka ilginin yeniden doğmasını sağladılar. İpeksi ve orta uzunlukta kürkü olan bu ince yapılı kediler, kedi güzelliğini bilen ve zevkini çıkaran tüm ülkelerde sevilip ilgiyle üretilmeye devam etmektedir.

 

ANKARA KEÇİSİ

Birçok ülkede mohair diye adlandırılan tiftik, bütün dünyaya yurdumuzdan yayılan Ankara keçisinin ürünüdür. Bu nedenle; Tiftik Keçisi dünya edebiyatında Ankara Keçisi olarak tanınır. Ankara keçisi, 13. yüzyılda Hazar Denizi’nin doğusundan Anadolu’ya Türkler tarafından getirilmiştir. Orta Anadolu’nun kurak iklimi ve toprağı ile iyi bir şekilde bağdaşarak gelişen keçi, o zamandan beri bölgeye gelir getiren, seçkin bir hayvan olma özelliğini sürdürmektedir. 1939 yılına kadar sadece Orta Anadolu bölgesinde, özellikle Ankara’da ve çevresindeki illerde ekonomik bir değer olan Ankara keçisi, değişik tarihlerde bu bölgelerden dış ülkelere gönderilmiş ve gittiği her yerde esas ismini korumuştur. Halen dünyada Ankara keçisi olarak tanımlanmakta ve bu sayede Ankara’nın ve Türkiye’nin adını tüm dünyaya duyurmaktadır. Ankara keçisi, Ankara’nın tüm ilçelerinde yetiştirilmekle birlikte, en çok urun alınan ilceler Ayaş, Beypazarı, Güdül ve Nallıhan ilçeleridir. Bu keçinin yünü olan tiftik, hayvansal kaynaklı elyafın “özel kıl elyafı” bölümünde yer almaktadır. Hem üretiminin fazlalığı, hem de sahip olduğu bazı özellikleri nedeniyle tiftik, bu grupta yer incelenen kaşmir, alpaka, devetüyü, keçi kılı vb. hayvansal elyafın ilk sıralarında yer alır. Günümüzde dokuma sanayinde yapağıdan sonra en çok kullanılan ve aranılan bir elyaf olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bir tekstil elyafı olmasına karşın, genelde dokuma sanayinde saf olarak kullanılmaz. Pamuk, yün, tabii ve akrilik gibi suni elyaflarla değişik oranlarda karıştırılarak kullanılır. En buyuk tüketimi tekstil sanayindedir. Kumaşlarda, lüks battaniyelerde, halıcılıkta, dokuma endüstrisinde, peruk ve oyuncak sanayinde ve paraşüt ipi yapımında kullanılır. Tiftik Keçisi Anadolu’ya geldiğinden itibaren Ankara ve çevresinde sof üretimi görülmektedir. Tiftik Keçisinin tüyleri işlenerek iplik haline getirilir ve bu iplikten Türk kumaşları arasında ayrı bir özelliği olan “Ankara Sofu” üretilirdi. Renk çeşitleri, dokunuşlarındaki ustalıklar, desen incelikleri dikkat .ekmekteydi. Bu keçinin tüylerinden elde edilen ürünler yerli ve yabancı tüccarlar için önemli bir Pazar oluşturuyordu.

 
 

Ankara’nın doğum tarihlerinden biri de 1923’tür.