• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/groups/2433443823537106/?multi_permalinks=2451325328415622&notif_id=1574335095257990&notif_t=feedback_reaction_generic
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi74
Bugün Toplam120
Toplam Ziyaret100162
Takvim

 

                            

    • EKİN ZAMANI OKUL MÜZELERİ
    • Mimar Sinan İlkokulu

Elazığ

Sünnet Geleneği

Eski devirlerde bir çocuk sünnet çağına geldi mi ve ana baba da çocuklarını sünnet etmeye karar verdiler mi, her şeyden evvel çocuğa bir KİVRE seçerlerdi. Bu Kivre, akraba arasından veya ailenin çok yakın ve samimi dostları arasından seçilirdi. Bu seçime karar verilince ve Kirve belli olunca, çocuğa yeni sünnet elbiseleri giydirilerek zatin evine götürülür, eli öptürülürdü o da bu olaydan sonra kendisinin çocuğa kivre seçildiğini anlardı. Bu, bazen de taraflar arasında daha evvelden görüşülür, konuşulur ve karar altına alınırdı. Bu karardan sonra  artık o zat, ölünceye kadar o çocuğun Kivresidir. Çocuk büyüdüğü, hatta olgunluk çağlarında bile o zata daima Kivre diye hitap ederek ona saygı  ve sevgi gösterirdi. Kivrenin ailesi ile olan münasebet ve bağlar daha   sıkılaştırılır, adeta bir akraba gibi teklifsiz birbirlerinin evlerine gider gelirler, sık sık görüşürler, icabında birbirlerine yardım eder ve   birbirlerini korurlardı. İlk hazırlık olarak çocuğun giyecekleri hazırlanırdı. Bu iş kirve olan kişiye aitti . Sünnet olan çocuğa bir kirve bulunurdu. Bu genellikle çocuğun babası evlenirken kim idiyse o kişi olurdu. Çocukta büyüdükten sonra kendisine kirve olan kişinin çocuğuna kirve olurdu ve böyle devam ederdi.

Kirve   çocuğun giyecek ihtiyaçlarını karşılardı. Ancak maddi durumu buna uygun değil ise ihtiyaçlar çocuğun babası tarafından karşılanırdı. Daha sonra çocuğun odası hazırlanırdı. Bu işi çocuğun annesi ve yakınları yaparlardı. Yatak ve yorgan takımları dikilirdi. Şayet sünnet düğünü yemekli olacaksa yemekler hazırlanırdı.

SÜNNET ve SÜNNET DÜĞÜNLERİ

Diğer taraftan Hitan Cemiyetine (Sünnet Düğünü) davet edilecek kimselerin isimleri bir kağıt üzerine yazılarak mahallenin uhucusuna verilir. Uhucu, listede kimlerin isimleri yazılı ise bunların evlerine, ticarethanelerine gider, selam ve kelamdan sonra bunları muayyen gün ve saatler için Sünnet düğününe davet eder ve bahşişlerini aldıktan sonra ikinci bir davetlinin kapısını çalardı. Bir iki gün içinde bu hazırlıklar da ikmal edilince Sünnet gününün sabahı sünnet çocuğu tepeden tırnağa kadar yeni çamaşırlar, yeni elbiseler ve ayakkabıları giydirilmek suretiyle hazırlanırdı. O sıra Kivre de hediyeleriyle gelir ve her Kivre mali durumuna göre çocuğa ya bir Tay, ya bir koç ve yahut altın veya gümüş bir cep saati gibi hediyeler ve kutu kutu badem şekerleri… Rahet-i Holkumlar getirirlerdi. Bazı hali vakti yerinde Kivreler de bir kaç gün evvel çocuğu alır, Terziye götürür, elbiselerini kendisi yaptırırdı.

Sünnet çocuğu, bir taraftan bu hediyelere, bu yeni elbiselere sevinirken, diğer taraftan sünnetin korkusuyla mini mini kalbi durmadan çarpar. Yüzünün alı al, moru mor bu badireden nasıl kurtulacağım düşünür. Kendine ıssız köşeler arardı. Bu sıralarda Sünnetçiler gelince, evin havası büsbütün değişir, bilhassa kadınlar arasında heyecan ve gözyaşları başlardı. Sünnetçi bir kahve tepsisi ister, içine usturasını. bir takım pamuk ve bantlarla beraber kağıt paketler veya mukavva kutular içindeki sünnet otlarını, bu tepsinin içine koyduktan ve kollarını sıvadıktan sonra çocuğu getirmelerini aileden ister. Çocuğu babası veya dayı ve amcası, titreyen ellerinden tutarak sünnetçinin bulunduğu yere getirdikleri zaman Harem tarafındaki kadınlar arasında ağlamalar, sızlamalar, bazen feryat ile tepinmeler başlar ve işitilirdi. Kivre, çocuğu bunların ellerinden alarak çocuğu cesaretlendirmek ve sünneti unutturmak için hediyesini çocuğa verir. Oda veya sofanın münasip bir tarafına konulmuş olan bir yastığın üstüne oturur ve çocuğu okşayarak kucağına oturtur, kollarını bacakları arasından geçirerek her iki taraf ellerinden tutar. Bu şekilde çocuğun bacakları da açılmış olur. Sünnetçi ve yamağı, çocuğun karşısına otururlar, sünnetçi tepsiyi çocuğun bacaklarının hizasına koyar ve hemen usturayla eline alarak Tekbir getirmeye başlarlar, orada hazır bulunanlar da tekbire iştirak edince, tekbir sesleri evin her tarafına dağılır. Harem tarafındaki kadınlar, çocuğun feryadını işitmemek için evin en ücra köşelerine girer, kulaklarını parmaklarıyla tıkar ve bir taraftan da gözyaşı dökerlerdi. Tekbirler sona erince bir feryat kopar. İşte bu kadar. Yavru sünnet edilmiş. Yarası sarılmış ve evvelden hazır1anmış olan sünnet yatağına yatırılmıştır.

Sonra berber başı veya Sünnetçi içinde ufak bir et parçası ve bir kaç damla kan lekesi bulunan tepsiyi eline alarak evvela Kivre ve Babanın, sonra orada bulunan yakın davetlilerin önlerine götürürler. Bahşiş toplamaya başlar. Nal kadar gümüş mecidiyeler, on ve beş kuruşluklar arasında

 

bazen gözleri kamaştıran madeni yüzlükler ve ellilik sari altınlar ve ufak paralarla tepsi dolar. Sünnetçiler tarafından boşaltılırdı. Akşama doğru zengin sünnet evlerinde ince saz takımı çalarken davetliler sırasıyla gelir, yemek yerler ve beraberlerinde getirdikleri hediyeleri de çocuğun yatağının başına bırakırlardı. Orta halli ve fakir ailelerde ise ancak konu komşu kadınları davet edilir, yer içer eğlenir ve sünnet çocuğunu da eğlendirirlerdi.

Çocuk, eli hafif sünnetçiye tesadüf etmiş ise ertesi gün evin içinde dolaşmağa başlar. Yok değilse günlerce, haftalarca yatakta kalır, kalkmak isterse bacaklarını açarak ördek misali yayvan yayvan evin içinde dolaşır dururdu.

Sünnet çocuğu, tamam iyileşince karşılıklı Kivre davetleri yapılır ve bu suretle Hitan Cemiyeti (Sünnet düğünü) de sona ermiş bulunurdu. Ertesi sabah eğlence tekrar başlardı. Sünnet olacak çocuğa banyo yaptırılırdı. Gözlerine sürme çekilirdi. Bu arada çocuğun giyeceği elbiseler bohçalara sarılırdı. Öğlene doğru davul zurna eşliğinde gençler gelerek bu bohçaları ve çocuğu alıp düğün yerine giderler ve burada kınada olduğu gibi  çocuğun bohçaları oynatırdı.

SÜNNETÇİLER

Kivre seçildikten ve sünnet günü de kararlaştırıldıktan sonra, Sıra Sünnetçiye gelirdi. Sünnetçi, ya ailenin Berberi veya Kasabada bu yönden eli hafif diye şöhret kazanmış berberlerden birisi ve yahut Usturaları ve Sünnet otları (ilaçları) işinde bulunan Hekbeleri omuzlarında şehir şehir, Kasaba Kasaba ve Köy beköy dolaşan saçlı sakallı ve hatta sarıklı meşhur Siirt’li sünnetçilerden birisi tercihen seçilir ve bunlara gün ve saati hakkında mutabık kalınırdı. Esasen sünnetler çok defa ilk baharda ve bazen de yaz aylarında yapıldığından Siirtli sünnetçiler, ilk baharda seyahate çıkar bütün doğu illerini dolaşırlar, boş hekbeleri altınlar, mecidiyelerle dolu olarak dönerlerdi.

Kürsübaşı Geleneği

Eski harput evlerinde kış mevsiminde kullanılan adeta soba görevi yapan özel olarak düzenlenmiş kürsü etrafında ısınmak sohbet etmek eğlenmek amacıyla bir araya gelinmesi kürsübaşı denilir.
“Kürsübaşı” günümüzde Harput kültürünün belli bir yönünü ifade eden, çağrıştıran kelime olarak algılanır.

Kürsü 50-60 cm yüksekliğinde en küçüğünün bir yanı 60 cm den başlamak üzere 1,5metreye kadar genişleyen dört ayaklı ve dört köşeli tahtadan yapımış kare bir masa şeklindedir. Bazılarının ise altıda üstüde kapalı, yanlız alt döşemenin ortasında 30-60cm kutrunda dairemsi oyulmuş boş bir yer vardır ki buraya mangal koyulur. Kürsülerin büyüklük ve küçüklüğüne göre hususi surette saman ve yapışkan bir çamurdan  yaptırılmış olan bu mangallar kürsü ayakla- rının tam ortasına kanulur,etrafında ise abdest sularının ısınması için bakır ibrikler bulunurdu.

Açık havada ve ekseriyetle yemek ocaklarında yakılan ağaç kömürü,ateşi carıtlarla (ateş küreği) bu mangallara konulur ve dayanmak içinde üzeri külle kapatılırdı.Bu ateş soğuğun şiddetine göre 10-12 saat kadar kürsüyü ve kürsü başlarını hamam gibi ısıtır ve sıcak tutardı.

Kürsülerin üzerine iç yüzü kırmızı renk düz ve dış tarafı ise aynı yerli bezden (çiçekli bez) hususi surette yaptırılmış büyük yorganlar örtülür.Kürsünün iki tarafı  sedir diğer iki tarafıda büyük minderler konularak bu seviyeye çıkarılır. Bunların üzerine tekrar yumuşak döşek veya makatlar konulur ve üzerine tertemiz örtüler çekilir.

Duvarlara gelen taraflarada sırayla yastıklar dayanır. Yumuşak minderlerin üzerine oturulur ve yastıklara dayanırlırAyaklar bacak ve kollar bu yorgan altına sokulur,kürsü yorganı göğüslere kadar çekilir.İşte bu surette kürsünün dört bir tarafında oturanlar vücutlarını ısıtır ve soğuktan muhafaza edilmiş olurlardı. (Sunguroğlu Cilt-4 Sh.256)

Bazı köylerde ise dört tarafı kerpiçle çevrilmiş ve yumurta ile sıvanmış ortası boş kürsüler yapılmıştır. Bu kürsünün ortasına içi köz dolu mangal bırakılır ve üzeri kapatılrıdı. Kürsünün etrafında minderler bulunurdu.

Kürsünün kendisinden ziyade Kürsübaşı diye bilinen ve bu isimle alınan toplantılar müzikli eğ- lenceler, halk hikayeleri anlatımları  gibi kültür hayatımızda önemli yeri olan konuların işlenmesi ve günümüze kadar gelmesi önemlidir.Kürsübaşları geleneksel kültürel unsurlarımızın günümü- ze ulaşmasında önemli bir fonksiyonu olmuştur.

Uzun kış gecelerinde Harputluların hemen tek eğlencesi olan Kürsübaşlarında ,yaş guruplarına göre toplantılar olurdu. Kürsübaşlarında önceden karar verilmesi suretiyle sırayla her gece bir evde toplanılırdı. Her mahallede akran olan ve ruhen uyuşan insanlar bir topluluk oluştururlardı. Bunlara “kol” denirdi. Bu kollar o topluluğun liderinin ismiyle anılırdı. Bu kollar içerisinde iyi yemek yapanlar mutlaka bulunurdu.

Toplanılmasına karar verilen eve tedarik edilen malzemeler önceden gönderilirdi.Evdeki kadın ve çocuklar akşam erkenden başka bir komşuya gider;evli misafirlere bırakılırdı. Yarı gecelere kadar sürecek olan eğlenceler,anlatılacak fıkralar, yapılacak şakalar hep planlanır ve gece mutlu bir şekilde tamamlanırdı. Halk oyunları şarkı ve türküler, maya ve hoyratlar, güzel yiyecekler, çeşit çeşit sohbetler Harputun soğuk kış gecelerini ısıtır gönüller şenlenirdi. Bir dahaki toplantı ve yiyecekler de bu gecenin sonunda kararlaştırılırdı. Yemekler, meyve ve diğer yatsılıkların kimler tarafından alınacağı hususunda kura çekilirdi.

Kürsübaşları ,gündüzleri bütün ev  halkını etrafında toplar geceleride varsa misafirlere tahsis edilirdi. Kürsübaşlarında efsaneler, masallar, bilmeceler söylenir; latifeler şakalar yapılır,yüzük oyunları oynanırdı. Oyun sonunda kaybedene cezalar verilir ağır şakalar yapılırdı.
Kürsübaşı geleneklerinden başka Harputta bütün mahallelerde “oda işletme adeti” vardı. Zengin konuklarında selamlık daireleri orta hallilerin evlerinde ise selamlık odaları bulunurdu. Akşamla yatsı arasında buralarda toplanılırdı. Bu odaların müdavimleri hep aynı kişilerdi. Bir odanın müdavimini diğer odaya gitmesi hoş karşılanmazdı.

“Selamlık odalarında sesleri güzel kimseler  tarafından  Ahmediye ,Muhammediye, Kıssası Enbiya kitapları Emrah, Nevres külliyatından parçalar okunurdu. Hikayeler, masallar, savaş anıları anlatılırdı. “İlim adamlarının selamlık odaları kalabalık olurdu. Müdavimleride çoğu hocalar, Müderrisler veya mektep medrese görmüş kimselerdi. Bu odalar adeta bir ilim yuvasıydı. Fuzuli, Baki, Nefi, Nabi, Nedim, Sabi gibi şair ve ediplerin eserleri okunur, incelenir, yorumlar yapılırdı. Hatta bu toplantıda ezbere beyitler okunmakla kalınmaz “fuzuliden bir beyit okıyacaksın ki son harfi “b” olsun” şeklinde sorulan sorulara cevaplar alınırdı.

İşte böylesine ortamlarda adeta Kürsübaşlarında ve odalarda bir yaygın eğitim yapılır insanlar bilgi sahibi olurlardı. Harput insanının kadirşinaslığını bilge kişiliğini ve musikisindeki şahsına münhasırlığını buralarda almak gerekir.

Evlenme Geleneği

Elazığ ve köylerinde evlenme yaşı kızlarda genelde 17-18’dir. Erkelerde ise ağırlıklı askerlik yapması ve iş güç sahibi olması ile orantılıdır. Evelenmeler genelde görücü usulü olmakla beraber, sevme ve kaçırma olaylarıylada evlilikler olmaktadır. Sanıldığı gibi Elazığ ilinde Beşik kertmesi fazlaca yoktur…

Tavsiye edilen kızların evlerine ilk defa, oğlanın anası veya hala ve teyzesi ile en yakınlarından birkaç kadının birleşerek görücü sıfatıyla gitmeleriyle başlanırdı. Bu toplu ziyaretlerden, kız tarafı bazen haberdar edildiği halde, çok defa da habersiz olurdu. Haberleri varsa evin her tarafına çeki düzen verilir.

Görücüye çıkacak kızlar şu şekilde giydirilirdi: İpekli veya basmadan, etekleri geniş, boyları ayakları kapatır biçimde uzun bir entari… Belinde, ya Van işi gümüş bir kemer veya renkli kadife üzerine gümüş plakalar işlenmiş yerli bir kemer ve yahut kızların kendi elleriyle ördüğü bir bel bağı… Bunların arasına sıkıştırılmış bir ipek mendil… Ayaklarında rugan bir kundura veya basık bir pabuç… Başında dört başlı iğne danteli bir oya. Arkasında beline kadar uzayan örgülü saçları bölük, bölük… Boynunda iri ve renkli Neceflerle dizili ve ortasında bir beşi birlik, yan taraflarında birer ikişer altın bulunan bir gerdanlık… Elleri titrek, göğsü kabarık, yüzünün alı al moru mor… Mahcubiyetten ayakları bir birine dolaşmakta… İşte Harput’ un bu tipteki asil ve melek yüzlü kızları, bu eda ve tavırları ile görücüye çıkarlardı. Kimsenin yüzüne bakmadan ve kimse ile konuşmadan misafirlere tepsilerle kahve getiririr ve gelenlere görünürdü.

Görücüler, bütün dikkat ve nazarlarını kızın üzerine çevirince kız, büsbütün şaşırır, yüzü renkten renge girerdi. Görücüler, her şeyden evvel kızın vücudunda herhangi bir arıza olup olmadığını, sonra yüz güzelliğini, boyunu, gezmesini, hizmet etmesini iyiden iyiye incelemek ve kızı daha yakından görmek için her birisi ayrı ayrı, kızdan bir şeyler isterler… Kimisi su, kimisi konsolun veya masanın üzerindeki herhangi bir süs eşyasını bahane ederek kızdan isterler… Hülasa kızı haddeden geçirdikten sonra, kız evinden çıkarlar. Muvafık mı, değil mi münakaşası kız evinin hemen kapısının önünde başlar… Eve dönülünce, görüşlerini aile büyüklerine anlatır, şöyle soylu, şöyle boylu diye överlerdi. Bazen de bunu aksi olabilirdi. Karar verilince, evvela hususi bir aracı gönderilerek karşı tarafın düşünceleri sorulur… Muvafık cevap alınırsa teşebbüse geçilirdi. Yoksa evli evinde, köylü köyünde!..

Kız evinden muvafakat cevabı alınca evlenmenin ilk olayları başlamış demektir. Baba, amca, dayı veya yakın akrabalardan bir kaçı kızın babasına gider, kızı resmen isterdi. Cevap: Allah kısmet etmiş ise biz ne diyebiliriz? Hayırlı ise olsun… Değilse olmasın!.. gibi alçak gönül ve tevekkül ile ya bir Evet! veyahut bir bahane ile hayır! diye de cevap verilebilirdi. Evet cevabı alınırsa birkaç gün sonra da, oğlanın yakınlarından birkaç kadın, kız evine gider annesinden de kız istenirdi. Bu o demektir ki, o zamanlarda bile bu gibi içtimai ve önemli işlerde kadınlara da yer veriliyordu. Bundan sonra taraflar arasında “şerbet içme” merasimi yapılırdı, aynen şöyledir:

Oğlan evi tarafından yakınları, dostları ve konu komşudan hatırı sayılanlar birkaç gün önceden bu merasime davet edilirler. Belli gün ve saatte oğlan evine gelen davetti topluluğu topluca oğlan evinde kız evine kadar yürüyerek giderler ve kız evi tarafında karşılanırlar. Kız evinde de aynı nicelikte davetliler bulunurdu. Bu misafirler hep bir arada büyük selamlık odalarında veya geniş sofalarda otururlar, zemin ve zamana göre konuşulurken. Tarafların arasında işten anlayan birkaç kişi seçilerek başka bir odada oğlan tarafının vereceği başlık ve diğer eşyanın cinsi ve miktarı üzerine görüşmeler başlardı. Bazen bu işte taraflar arasında çok sert tartışmalar ve büyük anlaşmazlıklar olur ve bu soğuk hava içinde evlenmenin geri bırakıldığına ve davetlilerin şerbet içmeden dağıldığına da tesadüf edilirdi. Anlaşmada muvafakat oldu mu, güzel sesli hafızlar tarafından Aşr-i şerifler okunur, büyük tepsiler içerisinde ya hint işi madeni kupalar veya çok eski devirlere ait renkli, çiçekli, kesme billur bardaklarla şerbetler dağıtılır, içildikten ve taraflar tebrik edildikten sonra merasime son verilirdi.

Evlenmenin ikinci aşamasını teşkil eden nişan bohçası, şerbet içildikten bir kaç gün sonra oğlan evi tarafından kız evine gönderilir. İçinde: Bir elmas yüzük, bir çift elmas küpe, birkaç beşi birlik, uzun altın kordonlu bir altın saat, bir gümüş su tası, bir gümüş ayna ve bir çift gümüş na’lin’le birlikte bir takım ipek sırmalı entarilik, üç dört tuht kına vs…

Bu eşyalar işlemeli patiska bir bohçaya istif edildikten sonra tekrar ikinci bir sırmalı atlas bohça içine konularak iki kadın vasıtasıyla kız evine gönderilir, ev halkı tarafından neşeyle karşılanır, konu komşuya ve yakın akrabalara haber gönderilir. Bunlarda geldikten sonra merasimle bohça açılır…İçindeki eşya elden ele incelenir ve sonunda nişan bohçasının maddi kıymetine göre, götüren kadınlara bahşişler verilir. Bundan sonra nişan bohçası, nişan’ı görmeğe gelen bütün misafirlere ayrı ayrı gösterilerek teşhir  edilirdi.

Nişan Bohçasından sonra, nişanlı kızın, oğlan evine mensup kadınlardan kaçmaması, yani yüzünü gözünü örtmemesi ve sonrada hayırlı olsun demek için oğlan evine mensup kadınlardan bir grup misafirleriyle birlikte kız evine giderler. Kız evinde gelinlik kız süslenmiş, bezenmiş, takmış takıştırmış ve fakat başı ve yüzünün tamamı örtülü ve yalnız gözlerinin açık bulunduğu bir kıyafetle ortaya çıkarırlar. Baş da kayın validenin, görümcenin ve sırasıyla misafirlerin ellerini öper, öptükçe her biri ayrı ayrı kızın boynuna, ya bir beşi birlik veya bir altın veya münasip birer hediye vermekle kızın başındaki örtü açılınca, yüzü, başı meydana çıkar ve bir daha örtünmez. Serbest olarak misafirlerin yanlarına her zaman için girer çıkar ve konuşur da…

Bu merasimden sonra kız evi tarafından oğlan evinin erkeklerine bir gelin ziyafeti, bunun ardından da biçki ziyafeti diye oğlan evinin kadınlarına ziyafetler verilir. O gün geline kaç kat elbise yapılacaksa hepsi birden kadın terziler tarafından biçilir, kumaşlar kesildiği sıra, oğlan evinin misafirleri, kesilen bu kumaşların üzerine para serperler ki, bu paralar terzilere aittir.Yine bu günlerde oğlan evi ilgililerinden alınan para ile kızın bütün noksanları tedarik edilir ve ayrıca kızın bizzat hazırladığı çeyiz sandığındaki eşya, gerek kız ailesi tarafından verilen, gerekse oğlan evinden katırlara yükletilmiş veya hamalların sırtında gönderilen ev eşyası ile evvelce gelen nişan bohçasındaki eşya ve mücevherat ve bugüne kadar getirilen hediyelerle birleştirilerek, kız evindeki bir sofada veya büyük odalardan birinin üç bir tarafına sıra ile muntazam dizilmek suretiyle istif edilirdi.

Başta kızın rahle’si pembe tüllere sarılmış olduğu halde çeyiz eşyasının üst başında yer alır. Bunun yanında büyük bir cam çekmece vardır ki, içi gelinin altın ,gümüş ve elmas gibi kıymetli emaretleri ile dolu …ve diğer ev eşyaları …Karşı tarafta ise yataklar, yorganlar,yastıklar, makatlar,oda takımları…Sandıklar…Kilimler ve halılar… Bunlardan sonra kahve , şerbet ve matbah takımları, tunç mangallar ve saire gelirdi. Bu eşya ve bu sergi , bir hafta kadar şehrin bütün kadınlarına açıktır ve serbesttir. Kadınlar kafile kafile gelir, çeyiz odasını seyr-ü temaşa eder ve hayırlı olsun temennileriyle dönerlerdi ki, bu merasime de (Çeyiz Görme) denilirdi.

Çeyizin konulduğu günün ertesi gününde ise Kına Hamamı töreni yapılırdı. O gün için herhangi bir hamam, kız evi tarafından hariçten bir tek müşteri kabul edilmemek suretiyle öğleden akşama kadar kabul edilir ki, bu zenginlere mahsustur. Orta ve diğer aileler umum arasında herhangi bir hamama misafirlerini davet ederlerdi. Oğlan ve kız evlerinin davetlileri belli saatte hamama gider, tefler ve türkülerle karşılanırlardı. Misafirler, hamamın dört bir tarafında yerlerini alınca evvela şerbetler ikram edilir ve sonra yıkanmaları için her misafirin kildan’ına birer kalıp sabun konulur, o sıralarda gelin kızda hamama getirilmiş bulunurdu… Yine tefçiler çalarak, çağırarak gelini karşılarlar… Gelin yerine oturur, elbiselerini çıkarır, havlulara sarılır, natırlar kollarına girer ve iç hamama doğru yönelince bütün misafirlerde gelini takip ederler… Tefler çalınarak, tefçiler tarafından uzun havalar ve türküler söylenerek iç hamama geçilir…Göbek taşının etrafında gelin ve tefçiler ayakta yerlerini alınca gençler oynamaya başlar…Neş’e ve gülüp söylemeler arasında gelini yine natırları koltuklayarak ısı kürüne götürür…Natırlar tarafından yıkanır ve yine aynı şekilde göbek taşına getirilerek oturtulur.

 

 

Kınageceleri , düğün günlerinin arefesinde oğlan evinde erkekler, kız evinde kadınlar tarafında yapılırdı. Kına gecelerinde çalma, çağırma, oyunu ve eğlence,diğer günlere nazaran daha şatafatlı daha canlı ve üstün olurdu .Bu gecelere bilhassa gençler ve orta yaşlılar davet edilirlerdi. Davetliler evvelden hazırlanmış olan sofralarda akşam yemeklerin yerler…İçlerinde işaret edenler varsa başka başka odalara alınır, yer içer eğlenirlerdi. Düğün evinin kapısında bu gece daha çok kalabalık göze çarpar, iğne atsan yere düşmezdi. Davullar öyle coşmuştur’ ki, tarif edilemez. İçeride misafirler de ince saz takımını ahengi arasında neşe ve samimiyetle eğlenmektedirler.

Belli saat gelip çatınca, evin veya konağın odalarında, Salon ve sofalarında bulunan misafirler, önlerinde saz takımı olduğu halde kapının önüne çıkınca alay şu suretle tertiplenirdi. En önde Ehehıci ( Münadi ) .. Arkasında beş on Meşale taşıyanlar .. Aralarında Fişenkçiler .. kalkan kılıççılar .. Davul ve zurnalar ..Bunları takiben yine Meşaleciler .. İnce saz takımı .. Bunların arkasından misafirler .. gülüp söyliyerek, davullar, zurnalar, sazlar çalınarak, Maya ve hoyratlar söylenerek büyük bir alay halinde Düğün evinden hareket edileceği sıra biri,biri arkasından atılan havai fişenkler alayın hareketini her tarafa duyururdu.

Güveği, daha uzak mahallelerden birinde sağdıcın veya başka bir dostun evinde bulundurulur. Yeni elbiseleri giymiş, tepeden tırnağa süslenmiş .. Ayağında rugan ayakkapları .. Onun üstünde mavi veya lacivert çuhadan elifi bir şalvar veya pantolon .. Üzerinde aynı kumaştan uzun veya kısa bir ceket .. Çeketin altında ipekli yerli fabrika kumaşından renkli yelekler. Sinek kaydıran bir tıraş .. Başda dalfes. Yanında aynı kılık ve kıyafette sağdıcı, alaya intizar etmektedirler. Alay bu evin önüne gelince, içlerinden birkaç kişi Güveğinin bulunduğu eve girer ve beraberlerinde getirdikleri ipekli bohçayı açar, içinden iki tane sırmalı ipek abayı çıkararak birini Güveğiye, diğerini de sağdıca giydirirler ki, bu Abalar, oğlanın babası tarafından o gece için Güveği ve sağdıca hediye olarak gönderilmiştir. Sonra Güveği, Sağdıç aşağı inenler .. Sağdıç, Güveyi sağına alarak yürümeye başlar, Alaydaki dostları Güveğiyi ve sağdıcı aralarına alarak yine aynı tertip üzere alay Düğün Hamamına doğru yol alır. Maya , Hoyrat, Davul, Zurna sesleri bütün şehrin sokaklarını çınlatır .. Hevai fişenkler atılır ..Alay böylece evvelden tutulmuş büyük hamamlardan birisinin önüne gelince durur. Misafirler, Güveği, Sağdıç, çalgı takımları hepsi birden hamama girerler, evvelden hazırlanmış, içerisine kına koyulmuş ve mumlar dikilmiş 20-25 tabak muma dağıtılır. O sıra çalgıcılar (Çayda Çıra) havasını çalmaya başlayınca evvela Güveği ile sağdıca kına oynatılır, sonra misafirler sırasıyla oynar ve eğlenirken Güveği ile sağdıçda soyunarak(Elbise çıkarmak)

İç hamama girerler .. Misafirlerden arzu edenler de soyunur, yıkanırlar. Güveği yıkandıktan sonra evden ipekli bohçalar içinde hamama getirilen ipek ve melez iç çamaşırları giydirilir. Güveği hamamda gerek kendisine, gerek misafirlere hizmet eden telaklara ve hamamcıya ayrı,ayrı bolca bahşişler dağıtarak hamamdan çıkılır. Şimdi alay düğün evinin yolunu tutmuştur. Düğün evine gelince :Saz takımı kapının bir tarafına geçerek kayabaşı , havaları çalınıp söylenirken, Davullar da başka bir tarafta olanca hız ve ahenkleriyle gümbürder. Havai fişekler, gök yüzünü aydınlatmakta devam eder. Damlar, pencereler hıncahınç seyircilerle doludur. Damat ve sağdıç, yukarı selamlığa çıkınca, ellerine tekrar mumlu kına tabakaları verilir. Bütün misafirlerin huzuru ile evvela Güveği ve Sağdıç çayda çıra oynar, sonra tabaklar misafiri sıra ile dolaşır, ihtiyarı genci, hepsi birden oyunlara katılırlar. Esasen oyuncular ellerindeki tabakları, gözlerine kimi kestirirlerse ona verir, onu da oyuna kaldırabilirler. Bu suretle oyunu bilen bilmeyen oynamak mecburiyetindedir. Sonra diğer oyunlara geçilir, Horumlar, (Güvercin), Üçayak, Delilo, Fatmalı, Halay, Tamzara, Kürdün kızı veya Köylü kızı gibi oyunlar birbirini takip eder. Hülasa düğün halkı, Kına gecelerinde sabahlara kadar oynar, güler, söyler, yerler ve eğlenirlerdi.

Düğünün başlangıcından Gerdek (Zifaf) gecesine kadar Harput’ta garip ve garip olduğu kadarda eğlenceli ve gülünç bir adet daha vardır ki, buna Güveği çalma veya Güveği kaçırma denilirdi. Güveği ancak Sağdıcından çalınır, bu yüzden Sağdıç kolay, kolay Güveğiyi gözü önünden ayırmazdı . Buna rağmen en ufak fırsattan istifade arayan bir takım muzipler, Güveğiyi alarak başka bir odaya veya başka bir eve götürerek saklıya bilirler. Güvegi bu olaya itiraz edemediği gibi istenilen yere gitmemek veya saklanmamak gibi hiçbir harekette bulunamazdı. Güveği ortadan kaybolunca Sağdıcı telaş alır ve en son sağdıç, Güveğiyi çalanlara ya ağır bir hediye veya bir ziyafet vadiyle Güveği , bulunduğu yerden çıkarılırdı Eğer sağdıç varlıklı ve birazda sünepe (Uyuşuk adam ) ise vay haline .. Olay ikinci ve üçüncü gurup tarafından tekrarlandıkça bütün düğün halkı tarafından duyulur ve duyulunca da sağdıçla alay eden edene .. Bu suretle Düğüncüler arasında gülme,söyleme, latife etme fırsatı elde edilmiş bulunurdu.

Kadınlara ait kına geceleri de kız evlerinde yapılır. Bu geceye hem oğlan evi, hem kız evi, kendi eş dost, akraba konu komşularını da davet ederlerdi. Bu gece gelinin elerine ikinci kına koyulacak ve saçları kesilecektir. Onun için bu geceye << Kına gecesi >>denilmiştir.

Kız evinde Tefçiler çalarak, kadın okuyucular türkü ve şarkılar söyleyerek misafirleri karşıladıktan sonra büyük oda veya sofralara alınırlar  Kahveler, şerbetler içilir .. Sonra ortaya bir yastık konularak Sağdıç gelini getirir bu yastığın üzerine oturtur .. Tecrübeli ve bu işde bilgili bir kadın tarafından Gelinin elerine ve ayak parmaklarına kınalar konulur .. Bu ara Kaynana veya Görümce tarafından Gelinin elinde ki kınanın içine altın gömülür ve eleri ipek kareplerle sarılır. Bu altınlar beşi bir arada veya yarım beşibirlik ve en az madeni bir altındır. Kınadan sonra yine bir ehli tarafından gelinin, bu güne kadar makas dokunmamış saçları ve zülüfleri taranır ve kesilirdi.

Bu kına koyma ve saçlar kesilme sırasında : Tefçiler çalmaya ve ahenge ve bilhassa Harput’un Kına yakma türküsü olan şu hazin türküyü söylemeye başlarlar:
Gelin ağlar yaşın yaşın,
Ağlama gelin, ağlama
Gitmem diye sallar başın,
El oğludur, bel bağlama
Şimdi gelir bey kardeşin.
Gelinlik mübarek olsun,
Ağlama gelin, ağlama
El oğludur, bel bağlama,
Gelinin geydiği Atlas
Gelinlik mübarek olsun
Atlasa iğneler batmaz,
Dünyada gelin sağ olsun

Doğum Geleneği

Türk kültüründe doğum kutsal bir hadise olarak yer almaktadır. Elazığ’da   bu önemli olaya hazırlıklar çok önceden başlar. Kadının, hamile kaldığı günden itibaren çocuğun sağlıklı ,akıllı veya sevilen bir kimseye benzemesi için yaptığı veya sakındığı bir çok uygulama  vardır. Çocuk, doğmadan bir çok eşyası hazırlanır. Beşiği dizilir.
Doğumun kolay olması için fincana dua yazdırmak, kurban kesmek, hocaya salatu selam verdirmek, doğum sırasında kolay doğum yapmış kadınları doğum odasına almak  gibi uygulamalar vardır. Düşük yapmış kadınlar ve çocuklar doğum odasına alınmazlar. Bebeğin göbeği bıçakla kesilerek tuzlanır.
Eş,ev dışına çıkarılmaz, bahçeye gömülür. Eskiden bebeğin altına höllük konulurdu. Kundağına nazarlık takılır ve çocuk doğduktan sonra beş ezan geçmeden verilmezdi. Çocuğa adını kulağına ezan okunduktan sonra üç kez verildiği isimle seslenir,doğumu izleyen sabah doğarken şenliği yapılırdı.Yakın komşular çağrılır,yemekler yenir,eğlenceler yapılırdı.Çocuğa ilk yedi gün ebe bakardı ve buna küçük kırk denirdi.Bunun için ebeye ebe hakkı verilirdi.
Doğumdan sonra al basmasına karşılık tedbirler alınır, yatağın çevresine kara sicim bağlanır. Lohusa kırk gün evinden dışarı çıkmaz,çocuğu yanlız bırakmaz,dışarı çıkacaksa çocuğun ayak ucuna su ,baş ucuna süpürge bırakılırdı. Lohusa evine et girmez. Karşılaşan iki lohusa birbirlerine iğne verirdi. Çocuğa muska, mavi boncuk takılırdı. Çocuğun ilk dişinin, saçının çıkması, yürümeye, konuşmaya başlaması hep olay niteliğinde değerlendirilir ve birtakım uygulamalar yapılırdı. Günümüzde köylerde bu uygulamaların bir kısmı yaşarken şehirlerde büyük değişimler olmuştur.

Mahalli Kıyafetler

Şehir merkezi ve köylerde, çağdaş – modern ve geleneksel giyim bir arada görülür. Düğünlerde güveğinin (Damat) takım elbise, gelinin gelinlik giymesi yadırganmamaktadır. Günlük hayatta erkeklerde şalvarın yerini pantolon almaktadır. Kadınlar ise günlük işlerde renkli, desenli ya da kara, şalvar (karadon) giymektedir.

Erkek Giyimi :

Baş’a fes, Fes’in üstüne “Puşu” takılır. Erkeklerde yaşlı olanlar yazma bağlarlar. Çuhadan şalvar giyilir. Şalvar’ın paçaları dar üst kısmı geniştir. Beli uçkur ile büzülür. İçlik ve geyme adı verilen bir gömlek giyilir. Bu gömlek düz beyaz veya siyah – beyaz renkte çizgili pamuklu kumaştan yapılır. Gömlek kollu, yakasız veya hakim yakadır. Gömleğin üzerine avcı yeleği, bele ise kuşak (Acem kuşağı), ayağa poçikli çarık veya yemeni giyilir.

Kadın Giyimi :
Üç etek ve şalvar, Harput kadınının en eski giysi tipidir. Bu tip giysi bazı dağ köylerinde giyilmekte olup, üç parçadan meydana gelmiştir. (Şalvar, İçlik ve Üç etek)

Şalvar :
İpekli veya pamuklu kumaştan yapılmaktadır. Dökümlü olarak ayak bileklerine kadar inmekte, bel kısmı uçkurla büzülmektedir.

İçlik :
İpekli veya pamuklu kumaştan yapılmaktadır. Yakası yuvarlak önü açıktır.

Üç Etek :
Sim işlemeli, kalın ipekli kumaştan veya kadifeden yapılmaktadır. Uzun kolları bilezikli ve çok az yırtmaçlıdır. Yakası bel’e kadar açık V şeklindedir. Bel’de iki kopça ile iliklenmektedir. Bel’den aşağıya doğru genişleyen eteğin önü tamamen açıktır.Yanları ise kalça altından yırtmaçlıdır. Böylece etek üç parça görünümünü almaktadır. Bele bel bağı bağlanmaktadır. Bu da 3-4 cm. eninde tığ işi veya kumaş üzerine yapılmış (İşlenmiş) kuşaktır.

Ayakkabı ve Çorap :
Ayağa postal denilen poçikli yemeni (Ayakkabı), yaz aylarında iplik, kış aylarında ise yün çorap giyilir.

Baş Süslemesi :
Saç uçlarına (Hampul) takılır. Baş’a fes , fesin üzerine gümüş tepelik konulur. Bunların üzerine oyalı yazma, tülbent bağlanır.

Ayrıca Diğer Giysiler Şunlardır…

Evdelik Giysiler – Sokak Giysileri – Gelin Giyseleri ve Bunaları tamamlayan Takılar

Geleneksel El Sanatları

Eski Harput şehir ekonomisinin temelini oluşturan geleneksel el sanatları çok ileri bir seviyede olup; dokumacılık, ahşap, taş, bakır işlemeciliği, ipekçilik oldukça gelişmiş bir durumdaydı.

Günümüzde kimi el sanatları tamamen unutulmaya yüz tutmuşken kimi el sanatları da varlığını devam ettirmektedir.Bugün hızlı sanayileşme ve bunun getirdiği ekonomik ve toplumsal değişiklikler, gelişen yeni değer ölçüleri sonucu, gelenekselliği ağır basan kurumlar giderek etkinliğini yitirmektedir. Bazı el sanatları şöyledir.

Bakırcılık :

El sanatlarımız arasında bulunan bakırcılık sanatının İlimizde çok köklü bir geçmişi vardır. “ Bakırcılar çarşısı” adı altında sadece bakır üzerine çalışan dükkanların bulunduğu çarşı , bu günde mevcuttur. Ancak, şimdilerde bu dükkanların çoğunun vitrinini, fabrikasyon aliminyum araçlar süslemektedir. Az da olsa bakırcılık varlığını günümüzde sürdürmeye çalışmaktadır. Bugün müzelerimizde bakır ev eşyaları , muhtelif süsleme araçları, bakır mangal, debbe, bakır sini, tabaklar, kahve değirmeni bazı evlerin kapılarında halen kullanılmakta olan kapı tokmağı gibi örnekler çoğunluktadır. Bakır mutfak eşyaları yapıldıktan sonra mutlaka kalaylanarak kullanılılacağından , her bakırcı dükkanında bir kalay ocağı da bulunmaktadır. Bakırcı dükkanlarındaki bu ocaklarda, kömür ocağı ve onu ateşleyecek körükler vardır. Bir zamanlar son derece canlı olan bu ocaklar, bakırcılığın eski canlılığını kaybetmesi ile önemini yitirmiştir. 

 

İğne Oyacılığı :

İlimizde iğne oyacılığı son derece yaygındır. Hemen hemen her Elazığ’lı genç kız ve kadın iğne oyacılığı el sanatına hakim olup, çehiz sandıkları iğne ile yapılmış oyalı yazma ve çeşitli motiflerle bezenmiş süs eşyalarıyla doludur. İğne ile yapılan bu eserler gerçekten son derece zarif olup, Anadolu’da hakim olan en canlı, göz alıcı renkler ve motiflerle süslenmiştir.El emeği, göz nuru ve onu işleyen insanlarımızın duygularının terkibinden doğan, birer küçük sanat abidesi durumunda bulunan bu eserler, günü- müzde de yaygın olarak yapılmaktadır. İlimizde bu el sanatının daha da yaygınlaş- tırılması, geliştirilmesi, genç kuşaklara aktarılması ve ekonomik açıdan değerlendirilip, pazarlanması amacıyla zaman zaman “Elazığ İğne Oyaları ve Oyalı Yazmaları” adı altında ödüllü yarışmalar ve sergiler düzenlenmektedir. İlimizde oyalı yazmalara verilen isimlerden bazıları şunlardır: Harput Gülü, Hercai Menekşe, Aluç Yaprağı, Çarkı Felek, Leylak Oya, İğde Çiçeği, Berber Aynası, Limon Çiçeği, Pamuk Çiçeği, Nikah Sepeti, Elazığ Yıldızı, İki Gelin Bir Kaynana, Padişah Oya, Nergis Oya, v.s.

Halıcılık :

El sanatlarımız içerisinde önemli bir yeri olan halıcılık,ekonomik değerini muhafaza ettiğinden, günümüzde gelişerek yaşamaktadır.İlimizde 1962 yılında Özel İdareye bağlı olarak bir halıcılık okulu açılmış, 70 kişilik personelle üretime geçmiştir. Tamamen el tezgahlarında dokunan bu halılar, ülkemizin en kaliteli halıları arasında sayılmaktadır. Yine 1975 yılında Özel Sektöre ait 30 tezgahın bulunduğu ve 45 işçinin çalıştığı bir atölye kurulmuştur.Dokunan halıların 1cm2’sinde 36 düğüm bulunmaktadır. Bu şekilde yapılan halılara 60’lık kalitede halı denilmektedir. Bu halılar tamamiyle el emeği olup, ekonomik değeri yanında turistik değere de sahiptir. Halılarda; taba (kiremit rengi), lacivert, saman sarısı, portakal rengi, mavi rengi ve tonları ile şarabi renkler hakimdir.Anadolu kızlarının dokuduğu bu halılarda eski Türk motifleri ve özellikle Selçuklu dönemine ait motifler açıkça görülmekte olup, yeni motifler de desinatörler tarafından çizilmektedir. Halıcılık diğer el sanatlarının aksine, günümüzde de önemini koruyarak yaşamaktadır.

Semercilik :

Teknik gelişmeler karşısında önemini hemen hemen kaybetmekte olan bu el sanatları dalı, motorlu taşıtların bulunmadığı veya az olduğu yıllarda önemli bir geçim kaynağı durumundaydı Özellikle ilimizde “Semerciler Çarşısı” adı altında büyük çoğunluğu semerci dükkanı olan bir çarşı bulunmaktaydı. Günümüzde oldukça azalan semercilik; ekonomik ömrünü tamamlamıştır. Ancak bugün yine kırsal alanlarımızda ulaşım ve yük taşımakta kullanılan hayvanlar için semer yapılmaktadır. Binek hayvanlarının sırtına konulmak üzere, çul, saman, kamış ve meşin kullanılarak yapılan bu semerler, çeşitli motiflerle süslenmiştir. Çoğunlukla siyah, beyaz ve kiremit renginde yapıldığı görülür. Araç olarak yapılmasına karşılık, yine insanımızın sanatkar ruhunun bu semerlere yansıdığını da rahatlıkla görebiliriz.

Yemenicilik :

Elazığ’ın yakın geçmişinde Yemenicilik (Ayakkabıcılık), son derece gelişmiş ve el sanatları içerisinde önemli bir yere sahip olmuştur. İlimizde halen “Yemeniciler Çarşısı” adıyla anılan bir çarşı bulunduğu göz önüne alınırsa yemenici- liğin önemi kendiliğinden ortaya çıkar. Yemeni (Postal Ayakkabı) tamamıyla deriden yapılan kullanışlı ve sıhhatli bir ayakkabı özelliğine sahiptir. Bugünde özellikle çevre köylerden yemeni yaptırma talebi gelmektedir. Ancak yemeni yapmak zahmetli bir iş olduğundan ve artık yemeni ustası bulunmadığından bu talep karşılanamamaktadır. Bugün yemeniciler çarşısında ise sadece bir usta bulunmaktadır. Bu el sanatımız ihtiyaca rağmen unutulmaya terk edilmiştir. Yemeniciler çarşısındaki esnaf dükkan- larının vitrinlerini, fabrikasyon ayakkabılar süslemektedir.

Kilimcilik :

Teknik gelişmeler karşısında yok olmaya başlayan kilimcilik (Yolluk) ilimizde eski önemini kaybetmiş durumdadır. Özellikle motiflerinin ve renk uyumunun dikkat çektiği kilimlerimiz, artık yerini makina üretimine terk etmiştir.

Dokumacılık :

Harput ve civarında özellikle dağ köylerinde yapılan; kilim, cicim, çarpana, çul ve keçe çeşitleri ülkeçapında ünlüdür. Kilimler ve cicimler mazman adı verilen gezici tezgahlarda dokunur. Kilimlerin enleri 60-120, boyları 210-350 cm arasında değişir. Türük adı verilen verilen heybeler el tezgahlarında yapılır. Eskiden yörede çok yaygın olan bez dokumacılığı kuyu adı verilen tezgahlarda yapılırdı.

Bugün kuyu dokumacılığı tamamen  terkedilmiştir. Dokumalarda en çok koç boynu, dev boynu, çakmak, sinek, kartal, gonca, çengel,kaz ayağı, yayla yolu, öküz gözü saç bağı, çiçek göz, keçi, akrep ayağı, eli belinde adı verilen motifler kullanılır.

Çit Baskıcılığı :

Elazığ Çit baskıcılığı sanatı geçmişte yaygın olan bugün ise sınırlı çevrelerde etkinliğini sürdüren geleneksel el sanatlarımızdandır.

Çitin sözlük karşılığı: pamuktan dokunmuş başörtüsü, yazma anlamlarını kapsar. Çit sözcüğü Anadolunun çeşitli yörelerinde farklı anlamlarda kullanılır. Kars ve Isparta yörelerinde Elazığ’daki ismiyle kullanılır. Elazığ çit baskıcılığını, Anadolu yazmacılık sanatının, diğer bir deyişle tahta kalıpla kumaş baskısı sanatının bir uzantısı olarak görürler.

Süslemede nakışın yerini alan baskı tekniği ile desenlenmiş kumaşlara da yörede çit denilmektedir.   Elazığ’da çit üzerine yapılan tahta kalıpla kumaş baskı işlemi “çit basma” ve buna ilişkin dalı da “çitçilik” şeklinde yerel adlandırma ile bilinmekte ve tanınmaktadır.

Çömlekçilik :

İnsanlığın belki de en eski sanatı olarak kabul edilen arkeolojik ve Elazığ civarında yapılan kazılarda paleolitik çağa kadar uzandığı anlaşılan çömlekçilik sanatı, yörede binlerce yıldır yaşamaktadır. İlimizin Sivrice ilçesine bağlı Uslu köyünde halen daha geleneksel usullerle ve kadınlar tarafından cok güzel çanak ve çömlek işleri yapılmaktadır. Elazığ şehir merkezinde de çömlek yapılmaktadır.

Çömlekçilikte, su testileri, güveç, tandır malzemesi ve küpler başta gelir. Bu küplerde kışlık peynir, turşu,pestil, kavurma gibi erzak bulundurulur. Zahirenin korunduğu ve saklandığı depo küpler, toprak kaplar, arı kovanları olarak kullanılan küpler de yapılmaktaydı. Kimi küplerde kabartma güneş kurusu, beş çengel, güneş gölü, beş benek, insan figürleri gibi işaretlerin de bulunduğu görülmüştür.

Rölyef :

Rölyef sanatını, resime boyut kazandırma çalışmasıdır şeklinde tarif edebiliriz. İlimizde bakır üzerine rölyef çalışması yapılmaktadır.

Yapılacak olan konu veya figür bakır üzerine tersten çizilerek yine tersinden olmak üzere değişik uçlu çekiçlerle zift veya kum torbası üzerinde dövülür. Normlarına uygun yükseklik elde edilinceye kadar dövme işlemi devam ettirilir. Bu çalışmalar tamamlandıktan sonra eserin üzeri okside olmaması için organik bir kaplama ile kaplanır.

Bu sanatın Türkiye’deki en önemli temsilcisi ise Harun TAŞDEMİR’dir.