• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/groups/2433443823537106/?multi_permalinks=2451325328415622&notif_id=1574335095257990&notif_t=feedback_reaction_generic
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi14
Bugün Toplam44
Toplam Ziyaret102209
Takvim

 

                            

    • EKİN ZAMANI OKUL MÜZELERİ
    • Mimar Sinan İlkokulu

Edirne

EDIRNE EL SANATLARI

El emeği, göz nuru...

Edirne el sanatlarının başlıcaları olan Edirnekâri, süpürgecilik ve mis sabunu (meyve sabunu), son yıllarda adeta "yeniden keşfedilen" el sanatları olarak Edirne'de yaşatılmaya çalışılmaktadır. 

Türk sanat tarihine önemli örnekler kazandıran Edirne 15. 16. ve 17. yüzyıllarda siyasi bir merkez olma durumu yanında imparatorluğun bir sanat merkezi unvanına da sahip olmuştur. Edirne bu ilk şaşaalı devrinde Türk sanatının en büyük temsilcileri arasına girmiş, hatta İstanbul payitaht olduktan sonra bir müddet daha kültürel üstünlüğünü devam ettirmiştir. 


Ancak Edirne’de sanat hareketleri daha çok Osmanlı sarayının Edirne ile ilgisi oranında canlanmış, yükselmiş veya gerilemiştir. Şimdi ayakta duran mimari eserler buna en güzel örnektir. Bu anıtsal eserler yanında el işlerine dayanan küçük eserler maalesef eski varlığıyla günümüze kadar gelememiş ve çeşitli siyasi ve tabii olaylar yüzünden ya harab olmuş ya da çeşitli yerlere taşınarak dağılmıştır. Böylece "İlk dört asırda Edirne’de Türk zevkinin ruh inceliği son iki asırda ancak bir hatıra mahiyetinde sarsıntılar içinde yaşayabilmiştir".


Bir serhat şehri veya geçit yeri olması bakımından daima istilalara uğraması şehrin sosyal bünyesi kadar sanat hareketlerine de tesir etmiştir. Ancak bu coğrafî durumun Türk (özellikle İstanbul) ve Avrupa kültür hareketlerinin yakından izlenmesi yönünden sağlamış olduğu büyük faydalarını da inkar etmemek gerekir. Bu bakımdan imparatorluk merkezi İstanbul'un yakınlığı dolayısıyla Edirne'ye önemli sanat etkileri yaptığı bir gerçektir. Ancak bu etkiler yerli sanatla karışarak yeni bir üslubun doğmasına yol açmıştır. Avrupanın Barok üslubu ve onun devamı olan Rokoko bezemeler 19. yüzyılın başlarında Türkiyede çok etkin bir vaziyette yayılırken Edirne kendi üslubunu bu Avrupai bezeme tekniğiyle en iyi şekli de bağdaştırmış ve belki de Türk Rokokosu denilen üslubun doğmasında büyük bir rol oynamıştır. Bu bakımdan devrinin sanat tekniklerine zamanında ve ustaca ayak uyduran Edirneli sanatkarı takdir etmemek elde değil..


El Sanatları


Bir dönem, Osmanlı Devleti'nin başkenti olan Edirne'de el sanatları çok gelişmişti. Çinicilik, fresk ve tahta işçiliği, lake kap ve kutu yapımcılığı, çiçek ressamlığı, kitap kapakçılığı, talik yazı ve oyuculuğu, mezar taşçılığı eski el sanatlarının başlıca kollarındandır. Bu el sanatlarının çoğu günümüze kadar ulaşamamıştır.


Edirne'de ağaç işlemelerinin yaygın bir ünü vardır. Edirne'de İstanbul'dan ve Avrupa'dan alınan etkilerle Edirnekâri bir üslûp yaratılmıştır. Edirnekâri ağaç işlerini oyma, kakma ve boya bezekli yapıtlar oluşturur. İşlemelerde genellikle lale, sümbül, karanfil, çiçek buketi, meyve gibi bitkisel motifler kullanılmıştır. 


Boya bezekli ürünlerde süsen yeşili, mor, safran sarısı, hindiba esmeri, kahve esmeri gibi bitkisel boyalar kullanılmıştır.


Yörede süpürgecilik pazara yönelik bir el sanatı olarak varlığını sürdürmektedir. Süpürge darısından yapılır. El süpürgesi, sırıklı süpürge, küçük el süpürgesi, tavan süpürgesi, top süpürge gibi değişik türleri bulunmaktadır.


Edirne'nin eski el sanatlarından biri de misk sabunculuğudur. Portakal, limon, elma, armut vb. biçimlerinde yapılan sabunlar, hediyelik eşya olarak satılır. Çömlekçilik, hasırcılık, sepetçilik varlıklarını sürdüren el sanatı dallarıdır.


Edirne'de el ürünü işlemeler, renkleri, anlamlı motifleri, işlemedeki ustalığı ile dikkati çeker. En eski örneklerde bile canlılığını yitirmemiş renkler, Edirne kök boyacılığının eseridir. En çok koyu mavi, pembe, kırmızı, sarı, kara renkler kullanılmıştır. İşlemelerde bitkisel motifler ağır basar. İşlemeler genellikle sakangur ve salaşpur bezlere, Felemenk tipi dokumalarla yapılmıştır. İşlemelerde tığ işi, ulama, ajur, teknikleri kullanılmıştır.


El sanatları bir milletin, yüzyıllar boyu süregelen yaşamı sonucunda oluşan ve kuşaktan kuşağa aktarılan en önemli kültür varlığıdır. Edirne el sanatları bakımından günümüzde ticari değerini yitirmiş olmakla beraber gelişen turizm sektörüne paralel olarak önemli bir gelir kaynağı olabilecek potansiyeldedir.

Trakya’da KAKAVA Geleneği

Zamanın imbeğinden süzülerek günümüze kadar gelen Kakava, günümüzde Edirne ve Kırklareli’nde hıdırellez ile aynı tarihe rastgelen, yöredeki Roman vatandaşlarca sahiplenilen coşku dolu bir bahar kutlamasıdır. Bir manada Balkanlar’da yaygın olmak kaydıyla Anadolu’nun çeşitli kesimlerinde kutlanan hıdırellezin, yöredeki Roman vatandaşlar arasındaki karşılığı olarak düşünmek yerinde olacaktır.

Hıdrellez ve Kakava’nın tarihlerinin aynı günlere ( 5-6 Mayıs ) rastgelmesine bakılarak birini diğerine yeğ tutmak, ancak diğerini sığlaştırmaya çalışmaktır. Oysa ki her ikisinin de ortak köklerden beslenen yönleri olduğu gibi, bu şekilde kabul edip baharın müjdelediği coşkuya hep birlikte ortak olmak en doğru yaklaşımdır.

Hıdrellez ve Kakava’nın Kaynağı…

Kakava’nın Hıdrellez kutlamalarıyla ilişkisini anlayabilmek için bir parça Kakava geleneğinin köklerinden bahsetmek gerekir.

Kakava’nın Ön Asya ve Mısır membağlı bir kutlama olduğu görüşü yaygındır. Firavunlar dönemi Mısır’ında Kıpti’lerle birlikte yaşayan bir halktan bahsedilir. Bu halkın Romanlar olduğu ileri sürülmektedir. Firavun’un baskı ve zulümleri karşısında bir kısmı arkalarından gelen Firavun askerlerine rağmen Kızıldeniz’i geçmeyi mucizevi bir şekilde başarırlar. Firavun askerlerinin bir kısmı Kızıldeniz’in sularında boğulur gider. Kızıldeniz’in beri tarafında kalıp denizi geçemeyenler ise bu olayın yaşandığı varsayılan 6 Mayıs gününü bir kurtarıcı beklentisiyle su boylarında yad etmeye başlarlar.

Bu yönüyle Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i yarıp kavmini karşı kıyıya geçirip Firavun’un Kızıldeniz’de helak olmasına dair dini anlatımlarla büyük benzerlikler taşır. Bu benzerlik -ola ki- aynı topraklarda yaşanan zulüm karşısında insanların belleklerinde tortu bırakmış bir “kurtarıcı” beklentisi ve ümit arayışı ile ilişkilendirilebilir.

Daha önce sayfalarımızda yer alan “Trakya’da Hıdrellez Geleneği” içeriğimizde bahsettiğimiz üzere;

Nevruz geleneğinin baskın olduğu Orta Asya’dan Anadolu topraklarına gelen Türk kavimleri burada İslam dini ile ve onun söylenceleri ile tanışır. Hızır İlyas söylencesi burada karşımıza çıkar. İslam dünyasındaki yerleri halk söylenceleriyle ululanmış Hızır ve İlyas, gerçeklerden çok mucizelerden umut arayan savaşlardan yılmış Anadolu insanı tarafından kurtarıcı, zor zamanlarda imdada gelen önemli kimlikler olarak karşımıza çıkar. “Hızır gibi imdada yetişmek…” sözü kaynağını buradan almaktadır.

Bu halk inanışına göre; Hızır karadakilere İlyas ise denizlerdeki zorda kalmış kimselere yardım eden ululardan iki arkadaştır. Hızır bolluğun bereketin simgesi olarak görülür. İlyas ise umudun, yeşilliğin simgesidir. İki arkadaş senede bir gün insanlara umut, bolluk bereket dağıtmak için su kenarında bir yerde buluşurlar.

“Su hayattır !”, “Su gibi aziz ol !” vb. sözlere kaynaklık eden bu buluşmaya göre, Hıdrellez-Kakava adetlerinde ateş ile özdeşleşen Hızır doğanın tazelenmek için ihtiyacı olan ısıyı,sıcakklığı getirir beraberinde. Bu yönüyle bolluk ve bereket getireceğine inanılır.

Hıdrellez ve Kakava ateşi ile simgelenmesi bu bilinçaltı ile ilişkilendirilirken, ateşin gücüyle hastalıkları, sıkıntıları, dertleri de bertaraf edeceği inancını ortaya koyar.

İlyas ise yeşilliği, tazelenmeyi, çiçeklenmeyi temsil ederken, iki dostun buluştukları yer tam da bu anda anlam kazanır. Su kenarları, dere boyları…

Ne demiştik : “Su hayattır…”

Hızır ve İlyas isimleri de zaman içinde dilimize kaynayarak ve değişime uğrayarak Hıdrellez ( Hızır-İlyas ) olarak gelmiştir. Şivenin de tadıyla o artık Balkanlar’dan Trakya’ya uzanan geniş bir coğrafyada “Hıd’rellez, Ederlezi, Ederles vb…” isimlerle söylenecek, ama anlattığı şey hep aynı ruha sahip kalacaktır.

Bu yüzdendir ki Hıdrellez ve Kakava gibi bahar kutlamalarında bu üç simgeye de raslarız. Kakava ateşi ( Hızır ), evlere asılan yeşil bahar dalları ( İlyas ), ve kutlamaların mümkün olduğunca bir su kenarında, dere ya da göl boyunda yapılması adeti bu sebepledir. Kırklareli ve civarında bu gibi kutlamaların yapıldığı ağaçlık-su boyu yerlere “hıdırlık” ismi verilmesi de bu sebepten ötürüdür.

Hıdrellez kutlamaları 5 Mayıs günü akşam üzeri saatlerinde başlar. Yöre yöre küçük değişiklikler gösterse de genel olarak kutlamalar birbirine benzemektedir. Mahalle aralarındaki meydanlarda halk bir araya gelir. Hıdrellez ateşinin yakılması her yerde esastır. Varsa evlerden getirtilen eski bir kilim veya hasır yakılması, yoksa odun öbeklerinin tutuşturulması esastır. Hatta eski senelerde bazı Balkan köylerinde sırf Hıdırellez ateşinde yakılmak için yaşlı kadınlarca hasır dokunulmaktaydı.

Meydanda toplanan kişiler sırayla ateşin üzerinden atlarlar. Böylelikle eski hasırla simgelenen evlere sinmiş hastalıklardan, hastalık taşıyan haşere ve böceklerden, fenalıklardan, kemlikten kurtulunulacağına, tüm bu olumsuzlukların ateşin gücüyle def’olunacağına inanılır.

Çayırlardan bahar çiçekleri, otlar toplanıp bu otlar akşam küçük çocukların yıkanma suyuna katılır. En çok taze kekik ve gelincik çiçekleri konulur. Bu suyla yıkanan küçük çocukların; “A benim kekik kokulu kuzum, a benim gelincikten güzel kızım.” diye övülmesi Hıdırellez kültürünün halk diline düşmüş bir başka tatlı yansımasıdır.

KakavaEğlencesi@ÖzcanÇELTİKLİ

“Niyet küpü” geleneği hala canlılığını koruyan bir başka Hıdrellez ve Kakava geleneğidir. Kırklardan toplanan çiçekler ve otlar kişilerin üzerlerinden verdikleri ufak objelerle ( iplik, düğme, yüzük, mendil vb…) büyükçe bir küpe konulur. Bir başka küpe ise mani yazılıp katlanmış kağıtlar konulup, küpler gül dibine bırakılır. Eskiler öyle der ki; “Sabah çiği düşünce…” küp gül dibinden alınır, içindeki otlar bir su testisine atılıp bu su ile yüzler yıkanır. Sonra da sırayla herkes için diğer küpten bir mani seçilip kalabalık arasında okunur. O maniye göre anlamlar yüklenerek önündeki günlerin o kişi için nasıl geçeceği yorumlanır.

Hıdrellez geleneğinde sabah çiği ile yüz yıkanması geleneği, Kakava kutlayan Romanlar’da yine su ile ilişkili fakat bir parça daha farklıdır. Kakava kutlayan Romanlar çoluk, çocuk, kadın, erkek kalabalıklar halinde dere boylarına giderler ve bir akarsuda ellerini, yüzlerini, kollarını yıkarlar. Ayaklarını suya sokup dinginleşirler. Hatta cesaret edip suya yüzmeye girenlere bile rastlanır.

Bu ritüelin günümüzde en diri yaşandığı yer ise Edirne’dir. Kakava sabahı ( 6 Mayıs ) erkenden kalkan Romanlar, Edirne Sarayiçi’ne giderler ve Tunca nehri kıyısında bu geleneği yaşatırlar. Suya dileklerini yazan kağıtlar, maniler yahut anlam yükledikleri bez parçaları, küçük objeler bırakırlar. Bu ritüel suyun karşı kıyısından gelecek kurtarıcının onların tüm sıkıntılarını, mağduriyetlerini giderecekleri, dileklerinin gerçekleşmesine yardım edeceği üzerine kuruludur.

Kırklareli’nin bazı yerlerinde ( Pınarhisar ve civar köyleri ) iki genç kızın birine gelinlik giydirilip, diğeri de damat kılığına sokularak abartılı tiyatral hareketlerle komşu kapılarını dolaşması, sepetlerine evde bulunan hediyelerden verilmesi adeti yaşatılmaktadır. Köy yerlerinde bu adete göre en çok verilen şeyler yumurta, buğday, şeker, un, soğan, sarımsak gibi genelde tarımsal ürünlerdir. Bu halleriyle bile herbiri bolluk bereketi simgeler.

Toplanan ısırgan otu, gelincik otu, labada vb…otlardan börek çörek yapılmasına sıkça raslanır. Edirne ve Gelibolu gibi yerlerde körpelemiş kuzuların gömleğinden yapılan ciğer sarması yemeği bir itibar göstergesidir de. O baharla birlikte hayvanları kuzulayıp çoğalmış çiflik sahiplerinin tüm köy halkını toplayıp sunduğu baştacı yemeklerdendir; körpe kuzu gömleğinde ciğer sarması.

Evlerin kapılarına yapraksız kara çalı asılıyorsa hastalık, dert, tasa, gıybet ve dedikodunun o evden uzak durması dileniyor demektir. Kara çalı yerine yeşil ısırgan otu asmak da aynı anlama gelir. Buna karşılık taze bahar dalları, yeşilliklerin evin giriş kapısı üzerine asılması bolluk, bereket, hayırlar dilemek gibi daha iç ferahlatıcı manalar taşımaktadır.

Hıdrellez sabahı erken kalkmak adettir. Tarlaya-tapana-işe gidilmez. Evler havalandırılır. Üstün körü bir temizlik yapılsa da, evleri süpürmemek esastır. Buna göre bolluk bereketin de süpürüleceği gibi bir inanış yer etmiştir.

Dere kenarları, göl ve suya sahip orman boylarında bir araya gelinir. Sazlı sözlü eğlenceler yapılır, piknik ateşleri yakılır, kuzu-oğlak çevirmeler kor ateşler üzerinde döndürülür.

Kakava ( Tencere Bayramı )…

KakavaAteşi@YılmazAYNALIKakava’nın Hıdrellez’in Roman kültürüyle beslenerek küçük nüanslarla farklılaşan bir kutlaması olduğunu söylemek yerinde olur. Her ikisinde de uygulanan adet ve ritüeller birbiriyle pek çok bezerlik göstermektedir.

Kakava geleneği XVI. yy. ile birlikte Trakya’da görülmeye başlanır. Bu dönemle birlikte Osmanlı’nın geri hizmetlerinde Romanların varlığına ihtiyaç duyulmaktadır. Romanların kendi içinden temsilen seçtikleri Çeribaşı’nın hizmetlerinin karşılığı olarak senede bir gün vergi toplaması için Hıdrellez günü seçilmiştir. Bu toplananlar ile Romanlar Osmanlı’ya gösterdikleri yararlılıkları sebebiyle ödüllendiriliyor, bunun yansıması olarak da bir kutlama gerçekleştiriyorlardı. Bunun adına ise bir arada yemek olup yemek içmek, fakir ve muhtaçların senede bir gün olsun layıkıyla doyurulması amacından yola çıkarak Kakava-Tencere Bayramı  deniliyordu.

Bazı sözlü anlatımlarda ise bu sözcüğün Romanlar’ın neşe dolu yaşayışlarına binaen “Kahkaha-Eğlence-Cümbüş Bayramı” anlamını karşılamak için kullanıldığı ifade edilmektedir.

Sonraki dönemlerde Kakava’ya Hıdrellez kutlayan Trakya’daki diğer halklar da katılmaya başlamış, Kakava Romanlar’ın etkisinde bir bahar kutlaması haline dönüşmüştür. Osmanlı’nın son dönemlerinde çeribaşının düzen içindeki yeri etkisini yitirse de; Roman halkı içinde her zaman itibarlı olagelmiş, Kakava eğlenceleri ise günümüze kadar varlığını sürdürmeyi başarmıştır.

Kakava’da esas çeribaşının sokak aralarında süslü “Kakava arabası” ile Kakavanın başlangıç tarihi ve yerini ilan etmesine kadar hiçbir eğlenceye başlanılmamasıdır. Kakava arabası bu gelenekte önemli bir simgedir. Araba süsleme zanaatının Edirne ve Kırklareli’deki Romanlar’ınelinde gelişmiş, nam salmış olması bir tesadüf değildir nitekim.

Geleneksel Kakava Davet…

Çeribaşının Kakava tarihi ve yerini ilanıyla Kakava eğlenceleri başlamış olur. Bu tarih bilinmesine rağmen çeribaşının süslenmiş bir Kakava arabasıyla sokak sokak dolaşması ve Kakava’nın başlangıcını ilan etmesi çok özel bir ritüeldir.

KakavaDavetiyesiGünümüzde ise daha ziyade Edirne’de rastladığımız üzere; çeribaşı beraberindeki davul-zurna heyetiyle sokakları dolaşıp herkesi bu coşku dolu Kakava kutlamasına davet etmektedir. Günümüzde Edirne ve Kırklareli’nde, diğer Hıdrellez kutlamalarıyla bir arada anılan Kakava kutlamaları, Kırklareli’nin kent festivaline de adını vermiştir. “Kırklareli Karagöz Kültür Sanat ve Kakava Festivali…”

Çok değil 15 -20 yıl öncesine değin Şeytandere boyunda on binlerin katıldığı görkemli kutlamalar günümüzde popüler müzik sanatçılarının halkı bir araya toplamaya çalıştığı sığ, içeriği zayıf tutulan kent meydanındaki eğlencelere dönüşmüş durumdadır, maalesef.

Kakava daveti için kullanılan yöntemlerden biri de ilanlar bastırmak, yerel basın vasıtasıyla Kakava çağrısının yer aldığı davetiyeyi duyurmaktı. Eski Kakava ilanlarında incelikli ve Romanlar’a özgü coşkuyu duymak mümkündür. Buradaki bir ayrıntı da artık kaybolmaya yüz tutmuş eski Roman diliyle kaleme alınmış ifadelerin yer almasıdır. Günümüzde ise ne yazık ki bu ifadeleri doğru anlayıp anlatacak pek fazla kimseler kalmamıştır.

Aşağıda size Edirne ve Tevabii Umum Çeri Başılığı’nın 1934 yılına dair Kakava Davetiyesi’nde yer alan ifadelere yer veriyoruz. Burada dönemin yazılı ve sözlü dilinin günümüze göre farklılıklar gösterdiğine tanık olabiliyoruz. Buna rağmen Kakava’nın sahipleri Trakyalı Roman vatandaşlarımızın tüm ruh halini ve coşkusunu derinden duyabiliyoruz.

Ritüelleri ile KIRKPINAR

Güreşleri ata sporu addeden Türk milleti için Edirne Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşleri emsalsiz bir gurur arenasıdır.

Öte yandan, içinde barındırdığı öğeler ile Kırkpınar’ın UNESCO tarafından “İnsanlığın Somut Olmayan Kültür Mirası” listesinde yer alması uygun görülmüştür.

Hal böyle olunca; Kırkpınar’ı yüzyıllar ötesinden günümüze taşıyan kendisine has öğeleri ve ona ruh veren incelikli ritüellerine hep birlikte göz atıp bilgilerimizi pekiştirelim istedik. İşte geçmişten günümüze Kırkpınar ritüelleri…

AĞALIK

Kırkpınar ile ilgili ritüeller arasında Kırkpınar Ağalığı bir çeşit kurumsal kimliği temsil eder. Güreşecek tüm pehlivanları himaye eden, onların güreşlere davet edilmesinden Edirne’ye gelişlerine, konaklamalarından iaşelerine, güreşlerin örf ve adetler çerçevesinde nizam içinde yapılmasından verilecek ödüllerin teminine kadar pek çok konuda ağalar büyük role sahiptirler.

Böylesi büyük organizasyonlarda masrafların büyük olması sebebiyle ağalık bu masrafların bir bölümünü karşılayabilmekte, diğer masraflar yerel yönetimlerce üslenilmektedir. Hal böyle olunca, ağalık müessesesini Kırkpınar’ın ana sponsoru olarak da düşünebiliriz.

Buna karşılık ağalık manevi bir makamı da temsil eder. Ağaların topluma örnek davranışlar içerisinde olması gerekir. Mertlik, dürüstlük, hoşgörü gibi tüm manevi erdemlerle donanmış bir kimliğe vurgu yapan Kırkpınar ağası, pehlivanlardan beklenen tüm bu erdemlerin aynası olarak bütünleyici bir semboldür.

Kırkpınar ağasının elinde ağaya özel büyük taneleri olan bir tesbihle, geleneksel kıyafetlerle güreşlerde yer alması ağalık geleneğinin gereklerindendir. Kırkpınar ağası Rumeli Kesimi denilen tarzda giyitler giyer. Başında “serpuş” denilen bir başlık, ayağında şalvar bulunur. Yeleğinin altında “camadan” denilen bir gömleği bulunur. Giyisisinin her bir parçası işlemelidir. Ayağında ince topuklu rugan yemeni ( deri ayakkabı ) bulunur. Elindeki iri taneli kehribar tesbihi 99 dizili bir tesbihtir.

Güreşler öncesi er meydanına getirilen kurbanlık koça en yüksek bedeli ödeyen kişi gelecek yılın Kırkpınar ağası olarak ilan edilir. Böylece bir sonraki yılın neredeyse tüm organizasyonunda yeni seçilen ağa söz sahibi olacaktır.

Kırkpınar ağalığı ile ilgili bir önemli ritüel ise, üst üste 3 yıl ağalık kazanan kişinin tıpkı başpehlivanlarda olduğu gibi altın kemerin de sahibi olmasıdır. Kırkpınar ağalığı, içinde barındırdığı gurur öğeleri ile başpehlivanlık gibi çok özel yere sahip bir değerdir.

ALTIN KEMER

Altın kemer Kırkpınar yağlı güreşlerinin en büyük ödülüdür. Başpehlivanlara 1 yıl süreyle verilen bu ödül, üç yıl üst üste başpehlivanlığı kazananlara sürekli olarak verilir. Güreşler öncesi düzenlenen kortej yürüyüşünde altın kemerin halka gösterilmesi bir gelenek haline gelmiştir.

BAŞPEHLİVAN – PEHLİVAN

Pehlivan Farsça kökene sahip bir isim olup “Yiğit” manasına gelmektedir. Gücü simgelemesi yetmez; dürüstlük, hoşgörü, ahlak gibi erdemleri de kişiliğinde taşıyan bir kimliği ifade eder. Usta çırak ilişkisinin baskın izlerini davranışları ile güreşlerde ortaya koyar. Ustasının ve kendisine yenildiği pehlivanın elini öpmek, yendiği pehlivanları yerden kaldırarak sırtını sıvazlamak gibi çok özel davranışlar sergilerler.

Kırkpınar’da değişik kategorilerde düzenlenen oyunların yanında final müsabakaları başpehlivanlık güreşleri ile zirve yapar. Kırkpınar’ın en büyük ödülünü alan pehlivan o yılın başpehlivanı seçilir. O yıl için kendisine altın kemer verirlir. Eğer aynı pehlivan 3 yıl üst üste başpehlivanlık müsabakalarını kazanırsa altın kemerin tümden sahibi olur.

CAZGIR

Cazgır er meydanındaki güreşçileri izlemeye gelen halka tanıtan, bunu yaparken de cazgırlara özgü heyecan uyandıran konuşmalar, dualar, şiirsel sunumlar yapan kişilere denmektedir. Bir manada sunucu olduklarını söylemek doğru olacaktır.

Usta çırak ilişkisi ile kuşaktan kuşağa aktaran cazgırlara “salavatçı” da denilmektedir. Güreşçiler ve izleyiciler üzerinde manevi gücü yüksek bir ruh atmosferi yaratarak güreşleri namlandıran cazgırlar, geleneksel kıyafetlerle er meydanında yerlerini alırlar. Güreşler “Cazgır duası” denilen bir sunum ile başlar. Güreşecek pehlivanları çok iyi tanıdıkları için bazen o pehlivana ait özel detayları heyecan verici konuşmasının içerisinde dile getirir.

CAZGIR DUASI

Vatanımıza, milletimize, ordumuza, yurdumuza göz diken düşmanları taşlarız

Halkın inayetiyle,euzü besmeleyle bugün güreşlere başlarız,

Şarkı, türkü girerse besteye, gördüğünüz pehlivanlar güreş yapacaklar desteye,

Pehlivan, pehlivan !

Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz pirler meydanına,

Şeref verdiniz, tarihi Kırkpınar güreş sahasına,

Hani Ali, hani Veli, hani Kurtdereli ?…

Pirimiz, üstadımız Hazreti Hamza,

Peygamberimiz Muhammed’in Mustafa…

Allah Allah, İllallah !

Pehlivanlar hep beraber,

Alkışlarla diyelim maşallah !

DAVUL ZURNA

Müzik ve ritim duygusu eski çağlardan beri insan hayatına yön veren bir etkide olagelmiştir. Savaşlara gidilirken dahi heybet duygularını körükleyecek, heyecanı üst seviyeye çıkartacak bando ve mehter takımlarının olması bu duygu sebebi iledir.

Kırkpınar güreşlerinin barındırdığı gurur, heybet, mertlik, cesaret gibi duygular düşünüldüğünde er meydanının müziksiz olması düşünülemez. Bu sebeple Kırkpınar’da bu duyguları körükleyen, er meydanının en renkli simaları olan davul zurna takımlarıdır. Güreşler boyunca 20 davul 20 zurna er meydanının tüm ritmini belirler. Güreşlerin ritmine göre tempolarını belirlerler. Genel hatları ile pehlivan havaları denilen ezgilerden başka, bu havalarının bitiminde Ceng-i Harbi denilen bir hava çalınır. Ceng-i Harbi havası aynı zamanda pehlivanların birbirine hamle ettiği anlarda çalınmaktadır.

Edirneli en eski Kırkpınar müzisyenlerinden rahmetli Osman Zurna’nın ve onun çıraklarından Osman Biber’in günümüze aktardığı Kırkpınar havaları şunlardır : Adalı Halil Baş Güreşi Havası, Balkan Havası, Ceng-i Harbi Havası, Dağlı Güreş Havası, Divan Havası, Karakucak Güreş havası, Maacır ( Muhacir ) Havası, Pehlivan Peşrevi…

ER MEYDANI

Güreş Türkler’in ata sporudur. Tarihi süreci kovalandığında Hunlar’a kadar bir geçmişi olduğu söylenebilir. Karakucak güreşleri olarak bilinen bu güreşler Türkler’in Osmanlı döneminde Rumeli’yi fethinden sonra çok özel bir kimlik ve ritüeller ile bezenerek günümüze kadar gelen Kırkpınar güreşleri doğmuştur.

Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı çayıra en genel adıyla “Er Meydanı” denilir. Kırkpınar güreşlerinin asıl yeri bugün Yunanistan topraklarında kalan Samona Köyü merası içerisindedir. Balkan Savaşları ve 1.Dünya Savaşları yıllarında güreşler Edirne ve Mustafapaşa yolu arasındaki Virantekke mevkiinde yapılmıştır. Cumhuriyetten sonra ise güreşler Sarayiçi denilen bugünkü yerine alınmıştır. 1992 yılında Süleyman Demirel’in talimatlarıyla düzenlemesi emredilen Sarayiçi Kırkpınar alanı 1996 yılında bitirilerek, bugüne değin kullanılan 25 bin kapasiteli Kırkpınar er meydanına kavuşulmuştur.

HAKEM HEYETİ

Kırkpınarda iki çeşit hakem heyeti bulunur. Bunlardan birisi kule hakemleri, diğeri ise meydan hakemleridir. Meydan hakemleri bizatihi güreşleri en yakından takip eden hakemlerdir. Güreşin neticesini ve ilgili uyarılarını kule hakemine bildirmekle, güreşin kurallara uygun işleyişini sağlamakla mesuldürler.

Kule hakemleri başpehlivan olmuş güreşçilerden seçilir. Bu bir gelenek halini almış, onlara verilen itibarın nişanesi olmuştur. Buna karşılık son yıllarda güreş federasyonu da 2 üye vererek kule hakemliğine katkı sunmaktadır.

Meydan hakemleri ise başpehlivanlardan seçilmezler. Başpehlivanlık mücadelesini yönetecek hakemin en fazla başaltında güreşmiş bir pehlivanlık geçmişine sahip olması arzu edilir.

KIRMIZI DİPLİ MUM

Kırmızı dipli mum geleneği eski dönemlere ait bir çeşit davetiye olarak düşünülebilir. Kitle iletişim araçlarının olmadığı zamanlarda Kırkpınar ağaları “okuyucu” denilen ulaklar aracılığı ile önce pehlivanlara, civar köy ve kasabalara ve özellikle davet edilecek yöneticilere kırmızı mumla birlikte bir de Kırkpınar’a davet mektubu gönderirdi. Okuyucu gittiği yerlerde Kırkpınar davetini yüksek sesle halka okur, kırmızı dipli mumu da o yörenin yöneticisine verirdi. Bunun için Mart ayından itibaren ağalar tarafından görevlendirilen okuyucular yollara düşerlerdi.

Günümüzde kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasına rağmen, sembolik de olsa kırmızı dipli mum ile davet geleneği yaşatılmaya çalışılmaktadır. Beyaz parafin mumunun dip kısmının kırmızı boyanması ile elde edilen mum özellikle protokol için davet edileceklere gönderilmektedir.

KISPET

Pehlivanların güreşlerde giydiği belden diz altına kadar uzanan giyisiye kıspet denilir. Bu isim bazen “kispet” , “kıspet” ya da “kısbet” diye de telaffuz edilir.

Zor bir işçilik isteyen kıspet yapımı kaybolmaya yüz tutan zanaatlar arasında yer alır. Manda, dana veya malak derisinden yapılır. Bel kısmı 4-5 parmak genişliğinde düz ve kıvrımlı dikilir. Uç kısmının iç kısmına gizlenmiş, uçkur görevi gören ip geçirilecek bir bölüm vardır. Bu bölüme kasnak veya peşkavaz adı verilir. Kıspetin belden dize kadar olan kısmı güreşçilere hareket olanağı verecek şekilde daha bol yapılır. Fakat dizden aşağı doğru paçalar ancak bacağın geçeceği kadar dar dikilir. Paça bölümüne şiraze adı verilir. Paçalar baldırın hemen üstünden keçebent denilen keçe parçası veya bez ile sıkıca bağlanır. Böylece hasım güreşçilerin paçadan kavramasına mani olunması amaçlanır.

Geçmiş dönemlerde kıspet giymenin törensel bir de ritüeli olurdu. Kıspet giymeye hak kazanan pehlivan adaylarını ustaları tayin ederdi. Kıspet giyecek güreşçi iki rekat namaz kılar, pehlivanların piri kabul edilen Hazreti Hamza’nın ruhuna Fatiha okunurdu. Kıspet giyecek pehlivan besmele ile kıspetini giyer, öncesinde kasnağın baş kısmından öperek giyitini ayağına geçirirdi. Yağ dolu ibriğe bir mikrat gül suyu konulması da kıspet giyme törenlerinin önemli bir detayıydı.

Kıspet giyme törenlerini o pehlivanın ailesi düzenler, gelen misafirleri onlar ağırlardı. Kıspet giyecek yiğit ustalarının ve akrabalarının ellerini öper, akrabalarından biriyle güreşe tutuşurdu. Kıspetin hası manda derisinden yapılırdı. Yağı çeken bir kıspet 10-13 kg ağırlığa erişirdi. Şimdiler de ise dana derisinden veya vidala denilen bir deriden mamul kıspetler yapılır olmuştur. 35-40 parça kalıp ile hazırlanan kıspetlerin dikişinde “biz” denilen çuvaldızlar kullanılır ve bir kıspette 50-60 metre el dikişi bulunur.

Kıspetin dayanıklılığını koruması için güreşten sonra temizlendikten sonra ıslak bırakılmaması, mutlaka yeniden yağlananarak zembile konulması gerekir.

PEŞREV

Güreşlerin başlamasından önce pehlivanların er meydanına topluca çıkıp peşrev çekmesi Kırkpınar yağlı güreşlerinin en görkemli, heyecan duygularını yükselten anıdır.

Peşrev güreşçilerin er meydanında ritmik ve heybetli hareketlerle kendilerini güreşe hazırlamak için yaptıkları ısınma hareketleri olarak değerlendirilebilir. Önce cazgırlar güreşçileri hakem heyetine ve izleyicilere takdim eder. Güreşçiler topluca er meydanına gelip ellerini ve kollarını ahenkli hareketlerle sallayarak peşrev yaparlar. Burada davul zorna takımlarının çaldığı Kırkpınar havalarının ruhu uçuran nağmeleri de peşrevin ne denli heybetli yapılacağını belirleyen bir öğe olarak karşımıza çıkar.

Genel hatlarıyla peşrevde yapılan hareketlerde şunlar aranır :

Pehlivanlar üç adım ileri üç adım geri gittikten sonra sol dizi üzerine çöküp sağ el önce yere, sonra dize, dudağa ve alna gelecek şekilde üç defa değidirilir. Bazı pehlivanlar çimenlerden bir tutam kopartıp dişleriyle ısırırlar. Ardından “Hayda bre pehlivan” nidasıyla ayağa kalkılır. Karşılıklı çayırda hasımlarla yüy yüze gelecek şekilde ileri geri yürünür. Bu gidiş gelişler de pehlivanlar birbirini tartarlar. Yani; karşılılklı paçalarını yoklarlar, sırtlarını sıvazlayıp kucaklayarak hasmı tartarlar, el ense çekerek pehlivanın kuvvetini yoklarlar ve ardından güreşe bu ısınma hareketlerinin ardından başlarlar.

YAĞLANMA

Kırkpınarı kendine has yapan özelliklerin başında yağlanma ritüeli gelir. Güreşlerde cazgır duasından sonra güreşlere başlanabilmesi için yağlanmak, bunu yaparken de bazı usullere göre hareket etmek gerekir.

İçleri yağ ve su dolu kazanlardan veya er meydanında dolaşan yağcıların ibriklerindeki yağ ile pehlivanlar yağlanırlar. Böylece güreşi daha da çetinleştirmek amacı güdülür. Eğer güreş sırasında bir pehlivan yağlanmak veya elindeki bezle yüzünü silmek isterse rakibinin buna izin vermesi gereklidir.

Örneğin; güreşin en ateşli zamanında bir pehlivan zaman kazanmak, soluklanmak veya rakibin oyununu bozmak için yağ veya su isteyecek olursa, rakibinin bunu hile kabul edip reddetme hakkı bulunur. Burada iyi niyet hasıldır.

Önce sağ el ile yağ sürülmesine başlanır. Sağ el ile sol omuza, göğse, kola ve nihayetinde kıspete yağ sürülür. Aynı işlem sol el ile bu defa sağ omzdn başlanarak tekrarlanır. Birbirine hasım olarak güreşe tutuşacakların kendi başlarına ulaşamadıkları sırt kısmına yağ sürmesi de bir başka ayrıntıdır.

ZEMBİL

Zembil güreşlerin önemli simgelerinden biridir. İçerisinde kıspetin taşındığı saz örme torbalara verilen isimdir zembil.

Pehlivanlar kıspetlerini zembillerinde taşıyorlarsa ya bir güreşten geliyor ya da güreş kovalıyordur. Eğer ki zembilini duvara asmışsa yenilmiş yahut artık güreşmeyecek demektir. Büyük pehlivanların zembillerini güreşte gelecek vaad eden genç çıraklara taşıtması bir Kırkpınar geleneğidir.